Yaşadığımız
dünyaya ait her türlü niteliği, her özelliği ve bildiğimiz herşeyi
duyu organlarımız aracılığıyla öğreniriz. Duyu organlarımız aracılığı
ile bize ulaşan bilgiler, bir dizi işlem sonucunda elektrik
sinyallerine dönüşür ve bu sinyaller beynimizin ilgili noktalarında
yorumlanır. Beynimizin bu yorumları sonucunda biz örneğin bir kitap
görürüz, çileğin tadını alırız, ıhlamur ağaçlarını koklar, ipek bir
kumaşın dokusunu bilir veya rüzgarda sallanan yaprakların hışırtısını
duyabiliriz.
Aldığımız telkinle, hep bedenimizin dışındaki
kumaşa dokunduğumuzu, bizden 30 cm uzaklıktaki kitabı okuduğumuzu,
metrelerce uzaktaki ıhlamur ağaçlarının kokusunu aldığımızı ve çok
yükseklerdeki yaprakların hışırtısını duyduğumuzu zannederiz. Oysa, bu
saydıklarımızın hepsi bizim içimizde gerçekleşen olaylardır. Kitabın
görüntüsünden yaprakların hışırtısına kadar herşey içimizde, beynimizde
meydana gelir.
Bu noktada şaşırtıcı bir gerçekle daha
karşılaşırız: Beynimizde, gerçekte ne renkler, ne sesler, ne de
görüntüler vardır. Beynimizde bulabileceğiniz tek şey elektrik
sinyalleridir. Bu, felsefi bir görüş değildir; algılarımızın işleyişi
ile ilgili bilimsel bir açıklamadır. Örneğin Mapping The Mind (Zihnin
Haritasını Çıkarmak) isimli kitabında bilim yazarı Rita Carter,
dünyayı nasıl algıladığımızı şöyle açıklar:
Her bir duyu organı kendine uygun uyarıya
cevap verecek şekilde yaratılmıştır. Bu uyarılar ise, moleküller,
dalgalar veya titreşimler şeklindedir. Tüm bu çeşitliliklerine rağmen
duyu organları temelde aynı görevi görürler: kendilerine özgü uyarıları
elektrik sinyallerine dönüştürürler. Bir uyarı ise sadece bir
uyarıdır. Kırmızı renk değildir, veya Beethoven'ın Beşinci Senfonisinin
ilk notası değildir - sadece bir elektrik enerjisidir.
Aslında, bir duyuyu diğerlerinden farklı hale getirmek yerine, duyu
organları hepsini benzer hale, yani elektrik sinyallerine dönüştürürler.
Öyle ise, tüm duyulara ilişkin
uyarılar, birbirinden tamamen farksız bir formda beyne elektrik
akımları şeklinde girerler ve buradaki sinir hücrelerini uyarırlar. Tüm olan budur. Bu elektrik sinyallerini tekrar ışık dalgalarına veya moleküllere dönüştüren bir geri dönüşüm sistemi yoktur.
Bir elektrik akımının görüntüye ve bir diğerinin kokuya dönüşmesi ise,
bu elektrik akımının hangi sinir hücrelerini etkilediğine bağlıdır.1
|
Bütün
hayatımızı beynimizin içinde yaşarız. Gördüğümüz
insanlar, kokladığımız çiçekler, dinlediğimiz
müzik, tattığımız meyveler, elimizde hissettiğimiz
ıslaklık... Bunların hepsinin beynimizdeki halini biliriz.
Gerçekte ise beynimizde, ne renkler, ne sesler,
ne de görüntüler vardır. Beyinde bulunabilecek
tek şey elektrik sinyalleridir. Kısacası biz,
beynimizdeki elektrik sinyallerinin oluşturduğu
bir dünyada yaşarız. Bu bir görüş veya varsayım
değil, dünyayı nasıl algıladığımızla ilgili bilimsel
bir açıklamadır.
|
Yukarıdaki açıklamalar çok önemli bir konuya
dikkat çekmektedir: Bizim dünya hakkında algıladığımız tüm hisler,
görüntüler, tadlar ve kokular, aslında aynı malzemeden, yani elektrik
sinyallerinden meydana gelmektedirler. Elektrik sinyallerini bizim için
anlamlı hale getiren, bu sinyalleri koku, tat, görüntü, ses veya
dokunma olarak yorumlayan ise beyindir. Beyin gibi ıslak bir etten
oluşan bir maddenin, hangi elektrik sinyalini koku, hangisini görüntü
olarak yorumlayacağını bilmesi, aynı malzemeden birbirinden çok farklı
duyular ve hisler meydana getirmesi ise büyük bir mucizedir.
Şimdi bu büyük mucizenin nasıl gerçekleştiğini,
yani "dünyayı nasıl algılıyoruz?" sorusunun cevabını tüm algılarımız
için tek tek inceleyelim.
GÖREN GÖZLERİMİZ DEĞİLDİR, GÖRÜNTÜ BEYNİMİZDE OLUŞUR
Hayatımız boyunca aldığımız telkinle, tüm dünyayı
gözlerimizle gördüğümüzü zannederiz. Hatta "gözlerimiz dünyaya açılan
pencerelerimizdir" diye biliriz. Oysa, görmenin bilimsel açıklamasına
göre gerçek böyle değildir; çünkü biz gözlerimizle görmeyiz. Gözlerimiz
ve gözlerimize bağlı olan milyonlarca sinir hücremiz, sadece "görme
olayının" gerçekleşmesi için beyne mesaj ileten kablo görevine
sahiptirler. Görme olayının nasıl gerçekleştiğini lise bilgilerimizden
hatırlayacak olursak bu gerçeği daha kolay fark edebiliriz.
Bir cisimden gelen ışık, göz merceğinden geçer ve
gözün arka tarafındaki ağ tabakanın üzerine baş aşağı ve iki boyutlu
bir görüntü bırakır. Ağ tabakadaki çubuk ve koni hücreler, bazı
kimyasal işlemlerden sonra bu görüntüyü elektriksel akıma dönüştürür.
Bu elektriksel akımlar, göz sinirleri aracılığı ile beynin arka
kısmında yer alan görme merkezine götürülür. Beyin ise bu gelen sinyali
anlamlı ve üç boyutlu görüntüler haline getirir.
GÖRDÜĞÜMÜZ
VE SAHİP OLDUĞUMUZ HERŞEY BEYNİMİZDE OLUŞAN BİRER
GÖRÜNTÜDÜR
|
Örneğin biz bir çocuk parkında oyun oynayan
çocukları izlediğimizde, bu çocukları ve parkı gözlerimizle görmeyiz;
çünkü bu manzaraya ait görüntü gözümüzün önünde değil, beynimizin arka
tarafında oluşur.
Top oynayan bir çocuğu
izleyen bir insan, bu çocuğu aslında gözleriyle
görmez. Gözler sadece ışığı gözün arka kısmına
iletmekle sorumludurlar. Işık retinaya geldiğinde,
retinada çocuğun ters ve iki boyutlu görüntüsü
oluşur. Daha sonra bu görüntü, elektrik akımına
dönüşerek beynin arkasındaki görme merkezine ulaşır
ve çocuğun düz, üç boyutlu ve kusursuz görüntüsü
burada görülür. Peki beynin arkasında çocuğun
üç boyutlu, kusursuz netlikteki görüntüsünü gören
kimdir? İşte burada karşımıza çıkan beynin ötesinde
bir varlık olan Ruh'tur.
|
Burada çok yüzeysel olarak anlattığımız
görme, gerçekte son derece olağanüstü bir işlemdir. Işık demetleri
anında ve kusursuz şekilde elektrik sinyallerine dönüştürülmekte ve
sonra bu elektrik sinyalleri, üç boyutlu, rengarenk, ışıl ışıl bir
dünya olarak bize görünmektedir. Eye and Brain (Göz ve Beyin) kitabının
yazarı R. L. Gregory bunu fark etmiş kişilerden biri olarak görme
sistemindeki muhteşem yapıyı şöyle ifade eder:
Gözlerimize minik tepetaklak olmuş
görüntüler veriliyor ve biz çevremizde bunları sağlam nesneler olarak
görüyoruz. Retinaların üzerindeki uyarıların sonucunda nesneler
dünyasını algılıyoruz ve bu bir mucizeden farksız aslında. 2
Tüm bunlar bizi hep aynı gerçeğe götürmektedir: Biz hayatımız boyunca, dünyayı bizim dışımızda zannederiz. Oysa, dünya herşeyiyle bizim içimizdedir.
Biz, dışımızda sandığımız dünyayı aslında içimizde, beynimizdeki
küçücük bir noktada görürüz. Örneğin, bir holding patronu, holding
binasının, şehir dışındaki fabrikasının, otoparktaki arabasının, deniz
kıyısındaki yalısının, marinadaki yatının, emrinde çalışan yüzlerce
insanın, avukatlarının, ailesinin, dostlarının hep kendi bedeninin
dışındaki varlıklarıyla muhatap olduğunu düşünür. Oysa bunların hepsinin
sadece kendi kafatasının içinde, beyninin arka tarafındaki küçücük bir
bölgede oluşan görüntüleriyle muhataptır.Dışarıdaki asıllarının nasıl
olduğunu ise hiçbir zaman bilemez.
Söz konusu kişi bu gerçeği bilmez, bilse de
düşünmek istemez. Ama son model arabası ile geldiği holdinginin önünde
gururla dururken esen hafif bir rüzgar gözüne toz kaçmasına neden olsa,
bu gerçeği hemen anlayabilir. Tozdan dolayı kaşınan sağ gözünü, gözü
açıkken hafifçe kaşıdığında holding binasının yukarı aşağı veya sağa
sola doğru gidip geldiğini görecektir. İşte o zaman düşünen bir insan,
gördüğü görüntünün kendi dışında sabit bir varlık olmadığını anlar.
Çünkü gözünü kaşımasıyla görüntü gidip gelmektedir.
GÖRDÜĞÜMÜZ
VE SAHİP OLDUĞUMUZ HERŞEY BEYNİMİZDE OLUŞAN BİRER
GÖRÜNTÜDÜR
Gözünü kaşıyan bir insan,
arabasının aşağı yukarı doğru kaydığını görecektir.
Bu da gördüğü bu arabanın dışarıdaki sabit aslı
ile değil, beyninde oluşan görüntüsüyle muhatap
olduğunun bir delilidir.
|
Sonuç olarak şu bir gerçektir ki, her insan
hayatı boyunca gördüğü herşeyi beyninde görür ve hiçbir zaman
gördüklerinin asıllarına ulaşamaz. Gördükleri, dışarıda var olan
görüntülerin beyninde oluşan birer kopyasıdır. Bu kopyanın aslının nasıl
olduğu ise bizim bilgimizin dışındadır.
Bir materyalist olmasına rağmen, Alman psikiyatri ve nöroloji
profesörü Hoimar von Ditfurth, bu bilimsel gerçek hakkında
şunları söyler:
Argümanlarımızın hareket ettirici kolunu
nereye yerleştirirsek yerleştirelim, sonuç değişmiyor: Etiyle
kemiğiyle karşımızda duran, gözümüzün gördüğü şey, "dünya" değildir,
sadece onun imgesidir; bir benzeridir; orjinalle ne kadar örtüştüğü
tartışılır bir izdüşümüdür.3
Örneğin şu anda başınızı kaldırıp içinde
bulunduğunuz odaya baktığınızda gördüğünüz, sizin dışınızdaki oda
değildir. Siz odanın, beyninizin içinde oluşan kopya görüntüsünü
görürsünüz. Ve hiçbir zaman bu odanın aslını duyularınız aracılığı ile
görmenize imkan yoktur.
KAPKARANLIK BEYNİMİZDE
AYDINLIK
BİR DÜNYAYI GÖRMEKTEYİZ
|
KAPKARANLIK BEYNİNİZİN İÇİNDE AYDINLIK
VE RENGARENT BİR GÖRÜNTÜ NASIL OLUŞUR?
Gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir nokta
daha vardır; kafatası ışığı içeri geçirmez. Yani beynin bulunduğu yer
kapkaranlıktır, dolayısıyla beynin, ışığın kendisiyle muhatap olması
asla mümkün değildir. Ancak siz, mucizevi bir şekilde bu zifiri karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyredersiniz. Rengarenk
bir doğa, ışıl ışıl bir manzara, yeşilin her tonu, meyvelerin
renkleri, çiçeklerin desenleri, güneşin parıltısı, kalabalık bir
sokaktaki tüm insanlar, trafikte hızla yol alan araçlar, bir alışveriş
merkezindeki yüzlerce çeşit kıyafet olmak üzere herşey bu zifiri
karanlık yerde oluşur.
Buradaki ilginç durumu bir örnekle açıklayalım.
Karşımızda alev alev yanan bir mangal ateşi olduğunu düşünelim. Bu
mangalın karşısına geçip onu uzun süre izleyebiliriz. Ama bu süre
boyunca beynimiz, mangaldan gelen ışığın, parıltının ve sıcaklığın aslı
ile hiçbir zaman muhatap olamaz. Mangaldaki alevin ışığını ve
sıcaklığını hissettiğimiz anda bile kafamızın ve beynimizin içi
kapkaranlıktır ve ısısı hiç değişmez. Kapkaranlık beynin içinde,
elektrik sinyallerinin, rengarenk, ışıltılı, aydınlık bir görüntüye
dönüşmesi olağanüstü büyük bir mucizedir. Bu olayın üzerinde derin
düşünen insan, karşılaştığı harikuladelik karşısında büyük bir
hayranlık duyacaktır.
|
Binlerce elektronik mühendisin,
üzerinde yüz yıla yakın çalışarak ürettikleri
ve çok yüksek bir teknolojiye sahip olan televizyonda
ortaya çıkan görüntü ile insan gözünde elde edilen
görüntüyü kıyaslarsak;
|
GÖZÜ OLUŞTURAN MALZEME
Protein
Yağ
Su |
TELEVİZYONU OLUŞTURAN PARÇALARDAN
BAZILARI
Katot ışın tüpü
Kontrol düğmeleri
Saptırma sarımı
Hoparlör
Kapasitör
Transformatör
Direnç
Odaklama sarımı
Elektron tabancası
Diğerleri.... |
SONUÇ
Aslı ile ayırtedilemeyecek kadar aynı, net, canlı,
derinlikli, karlanma ve kayma olmayan, ışıl ışıl
3 boyutlu bir görüntü |
SONUÇ
Aslıyla birebir benzemeyen, bazen puslu, karlı
olan, bazen görüntünün kaydığı, derinlik hissinin
tam verilmediği bir görüntü |
IŞIK DA BEYNİMİZDE OLUŞUR
Görme olayının nasıl gerçekleştiğini anlatırken,
hep dışarıdan gelen ışığın, gözümüzdeki hücreleri harekete geçirdiğini
ve bu hareketlenmenin görüntünün oluşmasına neden olduğunu belirttik.
Ancak, burada belirtilmesi gereken çok önemli bir nokta daha
bulunmaktadır. Gerçekte, beynimizin dışında, bizim tanıdığımız
anlamda ışık da yoktur. Bizim bildiğimiz, tanıdığımız ışık, yine
beynimizde oluşur. Dış dünyada, yani beynimizin dışında ışık
olarak tanımladığımız şey, elektromanyetik dalgalar ve fotonlardır
(fotonlar tanecik şeklindeki enerjidir). Bu elektromanyetik dalgalar
veya fotonlar, retinayı uyardığında, bizim bildiğimiz "ışık" oluşur.
Fizik kitaplarında ışığın bu özelliği şöyle ifade edilmektedir:
Işık kelimesi fiziksel veya objektif bir
manada, elektromanyetik dalgalarla veya fotonlarla ilgili olarak
kullanıldı. Aynı kelime psikolojik bir manada elektromanyetik dalgalar
ve fotonlar, göz retinasına çarptığı vakit insanda uyanan hisle ilgili
olarak da kullanılmaktadır. Işık kelimesinin hem objektif hem de
subjektif kavramlarını birlikte ifade edelim: Işık, bir insan gözüne,
retinanın uyarımından doğan görme etkileriyle varlığını gösteren bir
enerji şeklidir.4
Sonuç olarak, ışık gözümüze gelen bazı
elektromanyetik dalgaların veya parçacıkların bizde oluşturduğu etki
ile meydana gelmektedir. Yani dışarıda, beynimizdeki görüntüyü
oluşturacak bir ışık da yoktur. Sadece bir enerji vardır. Ve bu enerji,
gözümüze ulaştığında biz rengarenk, ışıl ışıl, parlak, aydınlık bir
dünya görürüz.
RENKLER DE BEYNİMİZDE OLUŞUR
Biz doğduğumuz andan itibaren çevremizde renkli
bir dünya görür, rengarenk bir ortamla muhatap oluruz. Oysa evrende tek
bir renk dahi yoktur. Renkler beynimizin içinde oluşur. Dışarıda
sadece farklı dalga boylarına sahip elektromanyetik dalgalar vardır.
Gözümüze ulaşan, bu farklı dalga boylarındaki enerjidir. Yukarıda da
belirtildiği gibi biz buna ışık deriz, ancak bu bizim bildiğimiz
anlamda parlak, aydınlık bir ışık değildir, sadece bir enerjidir.
Beynimiz, bu farklı dalga boylarına sahip enerjiyi yorumladığında biz
bunları "renkler" olarak görürüz. Oysa ne denizler mavi, ne çimenler
yeşil, ne toprak kahverengi, ne de meyveler renklidir. Onlar, sadece
beynimizde öyle algıladığımız için öyledirler. Bilinç ve beyin
konusunda yazdığı kitapları ile tanınan Daniel C. Dennet, bu gerçeği
şöyle özetler:
Ortak kanıya göre bilim, renkleri fiziksel
dünyadan kaldırmış ve yerine sadece renksiz, farklı dalga boylarındaki
elektromanyetik ışınları bırakmıştır.5
Dennet, beyinle ilgili bir kitabında, renklerin meydana gelişi hakkında ise şunları söylemektedir:
Dünyada renk yoktur; renk sadece bakanın
gözünde ve beyninde oluşur. Nesneler ışığın farklı dalga boylarını
yansıtırlar, ancak bu ışık dalgalarının rengi yoktur.6
Bu bilimsel gerçeğin daha iyi anlaşılması için renkleri nasıl gördüğümüzü kısaca inceleyelim.
Güneşten gelen ışıklar bir cisme çarptıklarında,
her cisim ışığı farklı dalga boyunda yansıtır. Bu farklı dalga
boylarındaki ışık göze ulaşır. (Burada ışık olarak bahsedilenin,
aslında elektromanyetik dalgalar ve fotonlar olduğunu, bizim
tanıdığımız ışığın sadece beynimizde oluştuğunu unutmamak gerekir.)
Rengin algılanması gözün retina tabakasındaki koni hücrelerinde başlar.
Retinada, ışığın belli dalga boyuna tepki veren üç ana koni hücre
grubu vardır. Bu hücre gruplarının birincisi kırmızı, ikincisi mavi,
üçüncüsü ise yeşil ışığa hassastır. Bu üç farklı koni hücresinin farklı
oranlarda uyarılmaları sonucunda milyonlarca farklı renk tonu ortaya
çıkar. Ancak, ışığın koni hücrelerine ulaşması renklerin oluşması için
yeterli değildir. Johns Hopkins Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden
araştırmacı Jeremy Nathans, gözdeki hücrelerin renkleri oluşturmadığını
şöyle belirtir:
TÜM RENKLER
BEYNİMİZDE OLUŞUR, DIŞ DÜNYADA RENK YOKTUR
Dış dünyada renkler yoktur.
Renkler sadece bakan kişinin gözünde ve beyninde
oluşur. Dış dünyada sadece farklı dalgaboylarında
enerji bulunmaktadır. Bu enerjiyi renge dönüştüren
beynimizdir.
|
Bir koni hücresinin tek yapabildiği,
ışığı yakalayıp yoğunluğu hakkında bilgi vermektir. Renk hakkında size
hiçbir şey söylemez.7
Beynimizin dışında ışık ve renkler yoktur. Renkler
ve ışık gözümüzde ve beynimizde oluşur. |
Koni hücreleri algıladıkları bu renk bilgilerini,
sahip oldukları pigmentler sayesinde elektrik sinyallerine
dönüştürürler. Bu hücrelere bağlı olan sinir hücreleri de elektrik
sinyallerini beyindeki özel bir bölgeye iletirler. İşte hayatımız
boyunca gördüğümüz rengarenk dünyamızın oluştuğu yer beyindeki bu özel
bölgedir.
Dolayısıyla beynimizin dışında renkler yoktur, ışık
da yoktur. Sadece elektromanyetik dalgalar veya parçacıklar şeklinde
hareket eden bir enerji vardır. Hem renkler hem de ışık sadece bizim
beynimizdedir. Yani biz bir gülü kırmızı olduğu için kırmızı renkte
görmeyiz. Bizim bir gülü kırmızı görmemizin nedeni, retinamıza çarpan
enerjinin, beynimiz tarafından kırmızı olarak yorumlanmasıdır.
Gözün retina tabakasında,
ışığın belli dalga boyuna tepki veren üç ana koni
hücre grubu vardır. Bu hücre gruplarının birincisi
kırmızı, ikincisi mavi, üçüncüsü ise yeşil ışığa
hassastır. Bu üç farklı koni hücresinin farklı
oranlarda uyarılmaları sonucunda biz milyonlarca
farklı renk tonuna sahip bir dünya görürüz.
|
Renk körlüğü, renklerin beynimizde oluştuklarının
önemli delillerindendir. Bilindiği gibi gözdeki retinada oluşan küçük
bir bozukluk renk körlüğüne sebep olur. Bu durumda birçok insan yeşil
ile kırmızıyı birbirinden ayırt edemez.
Bu durumda dışarıdaki nesnenin
"renkli" olup olmaması önemli değildir. Çünkü biz nesneleri onlar
renkli olduklarından dolayı renkli görüyor değiliz. Burada varmamız
gereken sonuç şudur: Varlıklara yüklediğimiz tüm nitelikler, "dış
dünyada" değil beynimizdedir. Bizler hiçbir zaman algılarımızı aşıp,
dışarıya ulaşamayacağımız için maddelerin ya da renklerin asıllarını da
bilemeyiz. Ünlü düşünür Berkeley de bu gerçeğe şu sözleriyle dikkat
çeker:
Kısaca, aynı şeyler, aynı zamanda
bazıları için kırmızı, bazıları için sıcak başkaları için tam tersi
olabiliyorsa, bu demektir ki biz yanılsamaların etkisindeyiz...8
|
Yandaki resimde sol taraftaki
yeşil alanlar daha koyu, sağdakiler daha açık
yeşil olarak görülmektedir. Oysa her iki taraftaki
yeşilin tonu -aşağıda da göreceğiniz gibi- birbirinin
aynısıdır. Ancak yeşillerin arasındaki kırmızı
ve turuncu renkler, gözümüzü aldatmakta ve renklerin
tonlarını olduğundan farklı görmemize neden olmaktadır.
Bunun gösterdiği önemli gerçek şudur: Biz maddenin
aslını değil, sadece beynimizdeki yorumunu görürüz.
|
|
BÜTÜN SESLERİ BEYNİMİZDE DUYARIZ
Duyma işlemi de aynı görme gibi gerçekleşir. Diğer
bir deyişle dış dünyaya ait görüntüleri nasıl beynimizin içinde
görüyorsak, sesleri de beynimizin içinde duyarız. Dış kulak, çevredeki
ses dalgalarını kulak kepçesi ile toplayıp orta kulağa iletir. Orta
kulak ise aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır. İç
kulak da bu titreşimleri sesin yoğunluğuna ve sıklığına göre elektrik
sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Beyinde birkaç konaklamadan
sonra mesajlar, son olarak bu sinyallerin işleme koyulup yorumlandığı
duyma merkezine iletilirler. Böylece duyma işlemi de beyindeki duyma
merkezinde gerçekleşir.
TÜM SESLER
BEYNİMİZDE OLUŞUR, DIŞ DÜNYADA SES YOKTUR
|
Dolayısıyla, beynimizin dışında sesler değil, ses
dalgaları olarak bilinen fiziksel titreşimler vardır. Bu ses
dalgalarının sese dönüştüğü yer ise dışarısı veya kulağımız değil,
beynimizin içidir. Yani gören gözlerimiz olmadığı gibi, duyan da
kulaklarımız değildir. Örneğin, en yakın arkadaşınızla sohbet ederken,
arkadaşınızın görüntüsünü beyninizde izler, sesini de beyninizin içinde
dinlersiniz. Ve nasıl beyninizdeki görüntü üç boyutlu, derinlik hissi
ile oluşursa, arkadaşınızın sesi de size derinlik hissini onaylayacak
şekilde gelir. Örneğin arkadaşınızı sizden uzakta görüyorsanız veya
arkanızda bir yerde oturuyorsa, sesinin de yerine göre derinden veya
çok yakınınızdan ya da arkanızdan geldiğini zannedersiniz. Oysa
arkadaşınızın sesi ne arkanızda ne de uzağınızdadır. Arkadaşınızın
sesi, sizin içinizde, beyninizdedir.
Duyduğunuz sesin aslı konusundaki olağanüstülükler
bu kadar da değildir. Beyin nasıl ışığı geçirmiyor ise, sesi de
geçirmez. Yani beyne hiçbir zaman hiçbir ses ulaşmaz. Dolayısıyla
duyduğunuz sesler ne kadar gürültülü de olsa beyninizin içi tamamen
sessizdir. Oysa bütün bu gürültüyü, en net sesleri, beyninizde
dinlersiniz. Öylesine bir netliktir ki bu, sağlıklı bir insan kulağı
hiçbir parazit, hiçbir cızırtı olmaksızın herşeyi duyar.
Ses geçirmeyen, derin bir sessizliğin hakim olduğu
beyninizde bir orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir
ortamın tüm gürültüsünü duyarsınız, bir yaprağın hışırtısından jet
uçaklarının gürültüsüne dek geniş bir frekans ve desibel aralığındaki
tüm sesleri algılayabilirsiniz. Sevdiğiniz bir sanatçının konserine
gittiğinizde tüm salonu çınlatan o güçlü ses de aslında beyninizdeki
derin sessizliğin içinde oluşur. Kendi kendinize yüksek sesle şarkı
söylediğinizde de bunu yine beyninizde dinlersiniz. Oysa o anda hassas
bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi ölçülse, burada tamamen
sessizliğin hakim olduğu görülecektir. Bu, çok olağanüstü bir durumdur.
Beyninize gelen elektrik sinyalleri, ses olarak, örneğin bir stadyum
dolusu insanın eşlik ettiği bir grubun konseri olarak beyninizde
dinlenmektedir.
Dış kulak, çevredeki ses
dalgalarını kulak kepçesi vasıtasıyla toplayıp
orta kulağa iletir. Orta kulak ise aldığı ses
titreşimlerini güçlendirerek iç kulağa aktarır.
İç kulak da bu titreşimleri sesin yoğunluğuna
ve sıklığına göre elektrik sinyallerine dönüştürerek
beyne gönderir.
|
TÜM KOKULAR BEYNİN İÇİNDE MEYDANA GELİR
Bir insana kokuları nasıl hissettiği sorulsa,
muhtemelen "burnumla" diyecektir. Oysa bazı insanların kesin bir gerçek
olarak gördüğü bu cevap doğru değildir. Yale Üniversitesi'nden
nöroloji profesörü olan Gordon Shepherd "Burnumuzla kokladığımızı düşünürüz, ama bu sanki 'kulak memesi ile duyuyoruz' demek gibi bir şeydir" sözleriyle bunun doğru olmadığını açıklamaktadır.9
Koku algımızın işleyişi diğer duyu organlarımızın
işleyişine benzer. Aslında burnumuzun dışarıdan görünen bölümünün
görevi sadece bir kanal gibi, havadaki koku moleküllerini içeri
almaktır. Vanilya veya gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun
epitelyum denilen bölgesindeki titrek tüylerde bulunan alıcılara gelir
ve bu alıcılarda etkileşime girer. Koku moleküllerinin epitelyum
bölgesindeki etkileşimleri beynimize elektrik sinyali olarak ulaşır. Bu
elektrik sinyalleri ise beynimizde koku olarak algılanır.
Sonuçta bizim güzel ya da çirkin diye
adlandırdığımız kokuların hepsi, uçucu moleküllerin etkileşimlerinin
elektrik sinyaline dönüştürüldükten sonra beyindeki algılanış
biçimlerinden başka birşey değildir. Bir parfümü, bir çiçeği,
sevdiğiniz bir yemeğin ya da denizin kokusunu, hoşunuza giden ya da
gitmeyen her türlü kokuyu beyninizde algılarsınız. Fakat aslında koku
molekülleri beyne hiçbir zaman ulaşamaz. Ses ve görüntüde olduğu gibi koku algısında da beyninize ulaşan yalnızca elektrik sinyalleridir.
TÜM KOKULAR
BEYNİMİZDE OLUŞUR
Bahçesindeki gülün kokusunu
duyan bir insan gerçekte hiçbir zaman güllerin
aslını koklamaz. Hissettiği, elektrik sinyallerinin
beyni tarafından yorumlanışıdır. Ancak bu koku
o kadar gerçekçidir ki, insan hiçbir zaman gülün
aslını koklamadığını anlamaz. Hatta bu gerçekçilikten
dolayı dünya üzerindeki insanların pek çoğu gerçek
gülü kokladıklarını zanneder. Bu, Allah'ın yarattığı
çok büyük bir mucizedir.
|
Bu durumda kokunun yönü de olmaz, çünkü tüm
kokular beyninizdeki koku alma merkezinde algılanır. Örneğin kekin
kokusu fırından, yemeğin kokusu mutfaktan, hanımelinin kokusu bahçeden,
denizin kokusu metrelerce uzağınızdaki denizden gelmez. Hepsi tek bir
noktada, beyninizdeki ilgili yerde algılanır. Bu algı merkezinin
dışında sağ, sol, ön, arka gibi bir kavram yoktur. Bunların her biri
ilk bakışta farklı etkilerle oluşuyor ve farklı yönlerden geliyor gibi
gözükse de, aslında hepsi beyinde oluşmaktadır. Koku alma merkezinizde
oluşan etkileri, dışarıdaki maddelerin kokusu zannedersiniz. Oysa bir
gülün görüntüsü nasıl ki görme merkezinizin içindeyse, o gülün kokusu
da aynı şekilde koku alma merkezinizin içindedir. Dışarıda gerçek bir
koku varsa da, sizin bunun aslına ulaşmanız asla mümkün değildir.
George Berkeley, bu önemli gerçeği fark etmiş bir düşünür olarak, "Önce,
renklerin, kokuların vb. gerçekte var olduğu sanıldı; ama daha sonra,
bu çeşit görüşler reddedildi ve görüldü ki bunlar ancak duyumlarımız
sayesinde vardır." demektedir.
Kokunun bir algı olduğunu anlamak için rüyaları
düşünmek de faydalı olabilir. İnsanlar rüyalarında nasıl tüm
görüntüleri son derece gerçekçi bir şekilde görebiliyorlarsa aynı
şekilde rüyalarında bütün kokuları da gerçekte olduğu gibi hissederler.
Örneğin rüyasında restorana giden bir kişi yemeğini menüdeki
yiyeceklerin kokuları arasında yemekte, deniz kenarına gezintiye çıkan
biri denizin kendine has kokusunu duymakta, papatya bahçesine giren
birisi o mükemmel kokulardan haz duymaktadır.
Ya da bir başkası
parfümeri mağazasına girip kendisine parfüm seçebilmekte ve hatta tek
tek bu parfümlerin kokusunu ayırt edebilmektedir. Herşey öylesine
gerçekçidir ki kişi, uykusundan uyandığında bu duruma
şaşırabilmektedir.
Bir insan, çok az konsantre
olarak annesinin görüntüsünü veya bir papatyanın
kokusunu zihninde canlandırabilir. Peki yanında
olmadığı halde, bir göze ihtiyaç duymadan bu görüntüyü
gören, bir burna ihtiyaç duymadan kokuyu alan
kimdir? Bu varlık, insanın ruhudur.
|
Bu konuyu anlayabilmek için rüyalara kadar gitmeye
de gerek yoktur aslında. Saydığımız tasvirleri şu an hayal edip
düşünmeniz dahi yeterlidir. Örneğin şimdi bir papatyanın kokusunu
düşünün. Elinizde kokladığınız bir papatya olmamasına rağmen eğer
konsantre olursanız papatya kokusunu hissedebilirsiniz. Koku şu anda
beyninizde oluşmaktadır. Nasıl ki şu an annenizi gözünüzün önüne
getirmek istediğinizde, anneniz yanınızda olmamasına rağmen onu
zihninizde görebiliyorsanız, benzer şekilde papatyanın kokusunu da
zihninizde duyabiliyorsunuz.
Washington Üniversitesi'nden psikolog Michael
Posner ve nörolog Marcus Raichle, dışarıdan bir uyarı gelmediği halde
görüntü veya bir başka algının nasıl oluştuğu konusunda şu yorumu
yapmaktadırlar:
Gözlerinizi açın, bir manzara hiç çaba
göstermeden sizin görüntünüzü doldurmaktadır; gözlerinizi kapatın ve o
manzarayı düşünün. Bu şekilde o manzaranın bir görüntüsünü
çağırabilirsiniz, kesinlikle sizin gözlerinizle gördüğünüz manzara
kadar canlı, kesintisiz ya da eksiksiz değildir. Fakat hala manzaranın
temel özelliklerine sahip olan niteliktedir. Her iki durumda da
manzaranın bir görüntüsü zihinde oluşmaktadır. Gerçek görsel
deneyimlerle oluşan görüntü, hayal edilen bir görüntüden ayırt
edilebilmesi bakımından "algı" olarak adlandırılmaktadır. Algı retinaya
çarpan ve daha sonra beyinde işlemden geçirilecek olan sinyalleri
gönderen ışığın ürünü olarak oluşmaktadır. Fakat bu sinyalleri göndermek için hiçbir ışık retinaya çarpmadığında bir görüntüyü nasıl oluşturabilmekteyiz?10
Görüldüğü gibi bir görüntünün zihnimizde oluşması
için, dışarıda bir kaynak olmasına ihtiyaç yoktur. Aynı durum koku
algısı için geçerlidir. Nasıl ki rüyanızda veya hayalinizde olmayan bir
kokuyu duyabiliyorsanız, gerçek hayatta da kokusunu duyduğunuz
nesnelerin dışınızdaki hallerinin nasıl olduğunu bilemezsiniz. Asla
onların asılları ile muhatap olamazsınız.
TÜM LEZZETLER BEYİNDE OLUŞUR
Tat alma algısı da diğer duyu organlarına benzer
şekilde açıklanabilir. İnsan dilinin ön tarafında dört farklı tip
kimyasal alıcı vardır; bunlar tuzlu, şekerli, ekşi ve acı tatlarına
karşılık gelir. Tat alıcılarımız bir dizi işlemden sonra bu algıları
elektrik sinyallerine dönüştürür ve beyne iletirler. Ve bu sinyaller de
beyin tarafından tat olarak algılanır. Bir pastayı, yoğurdu, limonu ya
da sevdiğiniz bir meyveyi yediğinizde aldığınız tat, gerçekte elektrik
sinyallerinin beyin tarafından yorumlanmasıdır.
TÜM TATLAR
BEYNİMİZİN İÇİNDE OLUŞUR
|
Beyninizde oluşan bir pasta görüntüsüne beyninizde
oluşan şeker tadı eklenir ve pasta hakkında herşey sevdiğiniz hale
gelir. Siz iştahla pastanızı yediğinizde aldığınız tat aslında elektrik
sinyallerinin beyninizde meydana getirdiği bir etkiden başka birşey
değildir. Beyniniz dışarıdan gelen uyarıları nasıl yorumlarsa siz ancak
onu bilirsiniz. Yoksa dışarıdaki nesneye asla ulaşamazsınız; örneğin
çikolatanın kendisini göremez, koklayamaz ve tadamazsınız. Ya da
beyninize giden tat alma sinirleri kesilse, o an yediğiniz herhangi
birşeyin tadının beyninize ulaşması mümkün olmaz; tat duyunuzu tamamen
yitirirsiniz. Aldığınız tatların olağanüstü gerçekçi olması, üstelik
bunlara ait görüntüleri de seyrediyor olmanız sizi kesinlikle
aldatmasın. Konunun bilimsel açıklaması bu şekildedir.
DOKUNMA DUYUSU DA BEYİNDE OLUŞUR
İnsanların, yukarıda anlatılan gerçeklere, yani
görme, duyma, tat alma gibi hislerin tamamının beyinde oluştuğu hissine
kanaatlerinin gelmesini engelleyen en önemli etkenlerden biri dokunma
hissidir. Örneğin bu kitabı beyninde gördüğünü söylediğiniz bir insan,
dikkatli düşünmediği takdirde, "beynimde görüyor olamam, bak elimle
dokunuyorum" diyecektir. Veya "bu kitabın dışarıda maddesel olarak
aslının nasıl olduğunu bilemeyiz, biz sadece kitabın beynimizin içindeki
görüntüsünü görebiliriz" dediğimizde yine aynı yüzeysel düşünceye sahip
bir insan, "hayır, bak elimle tutuyorum ve sertliğini hissediyorum
demek ki nasıl olduğunu biliyorum" diye cevap verecektir.
DOKUNMA
HİSSİ DE BEYNİMİZDE OLUŞUR
|
Oysa bu insanların anlayamadıkları veya anlamazlıktan geldikleri gerçek şudur: Diğer
tüm duyu organlarımız gibi, dokunma hissi de beyinde oluşur. Yani siz
bir cisme dokunduğunuzda onun sert, yumuşak, ıslak, yapışkan veya
ipeksi olduğunu beyninizde algılarsınız. Parmak uçlarınıza
gelen etkiler, beyninize yine elektrik sinyali olarak ulaştırılır ve
beyninizde bu sinyaller dokunma hissi olarak algılanır. Örneğin siz
pürüzlü bir yüzeye dokunduğunuzda, onun gerçekte pürüzlü olup
olmadığını veya pürüzlü bir zeminin gerçekte nasıl bir his
uyandırdığını asla bilemezsiniz. Çünkü siz pürüzlü bir yüzeyin aslına
hiçbir zaman dokunamazsınız. Sizin pürüzlü zemini hissetmek konusunda
bildikleriniz, beyninizin belli uyarıları yorumlama şeklidir.
Şu anda okumakta
olduğunuz kitabı elinizde hissediyor olmanız, bu kitabın beyninizde
gördüğünüz gerçeğini değiştirmez. Çünkü kitabın görüntüsü gibi, kitaba
dokunma hissi de beyninizde oluşmaktadır.
|
Çay içerek yakın bir dostu ile sohbet eden bir
insan, sıcak çay bardağından eli yanınca hemen bardağı elinden bırakır.
Ancak burada da söz konusu kişi, bardağın sıcaklığını gerçekte elinde
değil beyninde hisseder. Aynı insan çayın tadını ve kokusunu da beyninde
algılar, görüntüsünü ise beyninde seyreder. Fakat insan, zevkle içtiği
çayın aslında beynindeki kopyasıyla muhatap hiç fark etmeksizin,
bardağın aslıyla muhatap olduğunu zannederek yine görüntüsü beyninde
oluşan arkadaşı ile sohbet eder Aslında bu, çok olağanüstü bir olaydır.
Kişinin bardağın sertliğinden, ısısından, çayın kokusundan, tadından
etkilenerek bardağın aslına dokunduğunu, çayın aslını içtiğini sanması,
bu kişiye beyninde yaşatılan hislerin hayret verici netliğini ve
mükemmelliğini göstermektedir. Üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bu
önemli gerçeği 20. yüzyılın ünlü düşünürü Bertrand Russell şöyle ifade
etmiştir:
... Parmaklarımızla masaya bastığımız zamanki
dokunma duyusuna gelince, bu parmak uçlarındaki elektron ve protonlar
üzerinde bir elektrik etkisidir. Modern fiziğe göre, masadaki elektron
ve protonların yakınlığından oluşmuştur. Eğer parmak uçlarımızdaki aynı
etki, bir başka yolla ortaya çıkmış olsaydı, hiç masa olmamasına
rağmen aynı şeyi hissedecektik.11
Russell'ın dikkat çektiği nokta son derece
önemlidir. Gerçekten de, eğer parmak uçlarımıza başka bir yolla bir
uyarı verilse, çok farklı hisleri algılayabiliriz. Nitekim ilerleyen
sayfalarda detaylı görüleceği gibi, günümüzde simülatörler aracılığı
ile bu yapılmaktadır. Ele takılan özel bir eldiven ile bir insan,
ortamda olmadığı halde bir kediyi sevdiğini, bir insanla tokalaştığını,
suyun altında elini yıkadığını veya sert bir cisme dokunduğunu
hissedebilmektedir. Gerçekte ise, dokunduğunu hissettiği bu varlıkların
hiçbiri bulunmamaktadır. Tüm bunlar, insanın, yaşamındaki tüm hisleri
beyninde algıladığının kesin bir delilidir.
BEYNİMİZDE OLUŞAN DÜNYANIN ASLINA ASLA ULAŞAMAYIZ
Buraya kadar anlatılanlardan açıkça görüldüğü gibi
hayatımız boyunca yaşadığımız, gördüğümüz, hissettiğimiz herşey
beynimizde meydana gelmektedir. Örneğin, koltuğunda oturarak camdan
dışarıyı seyreden bir insan, koltuğun sertliğini, döşemesinin
kayganlığını beyninde hisseder. Mutfaktan gelen kahve kokusu gerçekte
mutfakta, yani uzağında değil, beyninin içindedir. Camdan gördüğü deniz
manzarası, kuşlar, ağaçlar ise yine beyninde oluşan görüntülerdir.
Kendisine kahve ikram eden dostu ve kahvenin güzel tadı da yine
beyninde oluşur. Kısacası, evinin salonunda oturduğunu ve camdan
dışarısını seyrettiğini zanneden bir insan gerçekte, beyninin içindeki
ekrandan salonunu, camdan görünen manzarayı izlemektedir. İşte
insan, beynindeki ekranda izlediği, anlamlı şekilde biraraya getirilen
algılarının tamamına "yaşamım" der ve hiçbir zaman beyninin dışına
çıkamaz.
Bu izlediğimiz ekranın dışında maddenin gerçeği
nasıldır, bunu hiçbir zaman bilemeyiz. Gerçeği de bizim gördüğümüz gibi
mi, örneğin bir yaprağın yeşili dışarıda da böyle mi, bilemeyiz. Veya
yediğimiz şekerin tadı gerçekte bu şekilde mi yoksa beynimiz mi onu
böyle algılıyor, bunu kesinlikle öğrenme imkanımız yoktur. Örneğin daha
önce gördüğünüz bir manzarayı gözünüzde canlandırın. Manzara
karşınızda değildir ama onu beyninizde görmektesinizdir. Bu konuyla
ilgili bilim yazarı Rita Carter şöyle söylemektedir:
Bir yüz veya manzara gördüğümüzde, tam aslını
görmeyiz, gördüğümüz orijinalinin bir yorumu veya tamamen yeni inşa
edilmiş bir versiyonudur... Bunlar her ne kadar çok iyi kopyalar olsa
bile orijinalinden eksik veya farklıdır.12
Manzarayı seyreden bir
insan, gözleriyle, gözünün önündeki manzarayı
seyrettiğini zanneder. Oysa onun gördüğü manzara,
beyninin arkasındaki görme merkezinde oluşmaktadır.
Bu manzarayı izleyen ve bu manzaradan zevk alan
protein ve yağdan oluşan beynin kendisi olamayacağına
göre, kimdir?
|
Aynı durum o manzaraya baktığınız an için de
geçerlidir. Manzarayı uzak bir yerden gözünüzde canlandırmanızla önünde
durup ona bakmanız arasında aslında bir fark yoktur. Dolayısıyla
manzarayı izlerken de aslında onun aslını değil beyninizde inşa edilmiş
bir versiyonunu görmektesinizdir.
Bu konu üzerinde biraz düşünen bir insan bu
gerçeği bütün netliği ile görecektir.Bu insanlardan biri olan George
Berkeley İnsan Bilgisinin İlkeleri Üzerine İnceleme adlı yapıtında bu
gerçeği şöyle ifade eder:
... Görme yoluyla ışık ve renk, onların
çeşitli dereceleri ve farklılıkları düşüncesine sahip oluyorum. Dokunma
ile yumuşağı ve serti, sıcağı ve soğuğu, hareketi ve direnci
algılıyorum... Koku alma bana kokuları, tat alma tatları, işitme ise
sesleri öğretiyor... Bu duyumlardan bazıları birarada gözlemlendikleri
için, onlara ortak bir ad verilir ve onlar bir şey sayılırlar. Böylece
örneğin belli bir düzenleniş içerisinde, bir renk, bir tat, bir koku,
bir biçim ve bir sertlik birlikte gözlemlendiğinde elma sözcüğüyle
belirlenen ayrı bir şey olarak tanınır; öteki düşünce dermeleri, taş,
ağaç, kitap ve öteki duyumlanabilir şeyleri meydana getirirler...13
Berkeley'in bu sözlerinde ifade ettiği gerçek
şudur: Beynimizde yaşadığımız çeşitli duyuların bütünleşmesi ile bir
nesneyi tanımlarız. Bu örnekte olduğu gibi elmanın tadı, kokusu,
sertliği, kırmızı rengi, yuvarlaklığı ve diğer özellikleriyle ilgili
algılar beynimizde bir bütün olarak algılanır ve biz bu bütüne "elma"
deriz. Ama biz hiçbir zaman bir elmanın aslı ile muhatap olmayız. Bizim
tek görebildiğimiz, koklayabildiğimiz, tadabildiğimiz,
dokunabildiğimiz veya duyabildiğimiz beynimizdeki kopyalardır.
Buraya kadar anlatılanları tekrar düşündüğümüzde bu gerçek bütün açıklığı ile ortaya çıkacaktır. Örneğin;
Işığın olmadığı beyinde, rengarenk ışıklarla
donatılmış bir caddeyi, bütün renkleri, canlılığı ve parlaklığı ile
seyredebiliyorsak, o zaman bu caddenin, ışıklı panoların, vitrinlerin,
sokak lambalarının, arabaların farlarının beynimizde elektrik
sinyallerinden oluşan kopyalarını görürüz.
Beynimize hiçbir ses giremediğine göre, o zaman
biz hiçbir zaman yakınlarımızın seslerinin asıllarını duyamayız.
Duyduklarımız hep kopyalarıdır.
Veya biz hiçbir zaman denizin serinliğini, güneşin
sıcaklığını hissedemeyiz. Biz hep beynimizde bunların kopyalarını
yaşarız.
Aynı şekilde, bugüne kadar hiçbir insan nanenin
aslının tadına bakmamıştır. Nane olarak algıladığı tat, beyninde oluşan
bir algıdır sadece. Çünkü nanenin aslına ne dokunabilir, ne onun
aslını görebilir, ne aslının kokusunu veya tadını alabilir.
Sonuç olarak, biz hayatımız boyunca bize gösterilen
kopya algılarla yaşarız. Ancak bu kopyalar o kadar gerçekçidir ki,
hiçbir zaman kopyalarını yaşadığımızı fark etmeyiz. Örneğin, şu anda
başınızı kaldırın ve bulunduğunuz odada gözünüzü gezdirin. Kendinizi
içinde mobilyalar bulunan bir odanın içinde gibi görüyorsunuz.
Oturduğunuz koltuğun kollarına dokunduğunuzda, sanki gerçekten bu
kolların asıllarına dokunuyormuş gibi sertliğini hissediyorsunuz.
Gösterilen görüntülerin gerçekçiliği, bu görüntülerin yaratılışında
kullanılan sanatın mükemmelliği sizi ve sizin gibi milyarlarca insanı,
bunların dışarıdaki maddenin gerçeği" olduğuna ikna etmeye yetiyor.
Hatta insanlar o kadar kesin olarak ikna oluyorlar ki, dünyaya ait her
hissin beyinlerinde oluştuğunu lise çağlarından itibaren kitaplarda
okumalarına, hatta biyoloji kitapları bu gerçekle dolu olmasına rağmen,
bunların beyinlerinde bir kopyayla muhatap olduklarına zorlukla ikna
olabiliyorlar. Bunun nedeni, görüntünün muhteşem bir sanatla, son derece
gerçekçi ve kusursuz yaratılıyor olmasıdır.
Bugüne kadar hiçbir insan, beyninindeki algıların
dışına çıkamamıştır. Her insan, beynindeki hücresinin içinde
yaşamaktadır ve algılarının kendisine gösterdikleri dışında hiçbir şey
yaşayamaz. Dolayısıyla algılarının dışındaki dünyada, neler olduğunu
hiçbir zaman bilemez. Bu nedenle " maddenin aslını biliyorum" demek
büyük bir ön yargı olur, çünkü hiçbir insanın buna getirebileceği tek
bir delil dahi bulunmamaktadır. İnsan sadece beyninde oluşan hayal ile
muhatap olur. Örneğin rengarenk çiçeklerle bezenmiş bir bahçeyi gezen
bir insan, gerçekte bu bahçenin aslını değil, beynindeki kopyasını
görür. Ancak, bu bahçe o kadar gerçekçidir ki, her insan bu hayalinde
oluşan bahçeden gerçekmiş gibi aynı zevki alır. Hatta bugüne kadar
milyarlarca insan, bu bahçe gibi gördüğü herşeyin aslını gördüğünü
sanmıştır.
Ayrıca şunu da belirtmeliyiz ki, teknolojinin veya
bilimin ilerlemesi de bu konuda herhangi bir değişikliğe sebep olamaz.
Çünkü her bilimsel bulgu veya teknolojik buluş yine insanların
beyinlerinde oluşacaktır, dolayısıyla bu yöntemle de dış dünyaya
ulaşmak mümkün olamayacaktır.
UZAKLIK HİSSİ DE BEYİNDE OLUŞAN BİR ALGIDIR
Caddedeki kalabalık, arabalar, korna sesleri,
mağazalar, binalar... Bir caddeye baktığınızda gördüğünüz bu tablo size
çok net, çok gerçek gibi gelir. Bu nedenle, insanların büyük bir
bölümü bu gördükleri tablonun beyinlerinde meydana geldiğini
kavrayamaz, hepsini gerçeğini gördüklerini zannederek yanılırlar. Bu
tablo o kadar mükemmel bir şekilde yaratılmıştır ki, insanın bunun dış
dünyanın aslı olmadığını, sadece kendi zihninde yaşadığı bir kopya
görüntü olduğunu anlaması mümkün değildir.
Araba kullanan bir insan
direksiyonun, önündeki yolun ve ağaçların kendinden
uzakta olduğunu zanneder. Oysa tüm bu gördükleri,
aynı bir fotoğrafta olduğu gibi, beyninde tek
bir satıh üzerindedir.
|
Görüntüyü bu kadar inandırıcı ve etkileyici yapan
şeyler ise mesafe, derinlik, renk, gölge, ışık gibi unsurlardır. Bu
malzemeler o kadar kusursuzca kullanılmıştır ki, beynimizde üç boyutlu,
renkli ve canlı bir görüntü haline gelirler. Sonsuz sayıdaki ayrıntı
bu görüntüye eklenince, ortaya, hiç farkına varmadan bütün bir ömür
boyunca gerçek zannederek içinde yaşadığımız ama aslında sadece
zihnimizde muhatap olduğumuz bir dünya çıkar.
KENDİNİZDEN
UZAK OLDUĞUNU SANDIĞINIZ NESNELERİN HEPSİ GERÇEKTE
BEYNİNİZİN İÇİNDEDİR
|
Şimdi kendinizi bir araba kullanırken düşünün.
Arabanın direksiyonunu kendinizden bir kol mesafesi uzaklıkta, trafik
lambalarını ise birkaç yüz metre ileride görürsünüz. Önünüzdeki
arabayla aranızda yaklaşık 10 metre bulunmaktadır. Ufukta gözüken
dağlar ise, hesaplarınıza göre kilometrelerce uzaktadırlar. Oysa bu
tahminlerinizin hepsi yanlıştır! Ne dağlar, ne de önünüzdeki araba o
kadar uzakta değildir. Aslında bütün görüntüler bir sinema perdesi gibi
beyninizde tek bir yüzeyde, iki boyutlu olarak yer alırlar. Gözümüze
yansıyan görüntüler, televizyon ekranındaki görüntüler gibi iki
boyutludur. O halde bu mesafe ve derinlik duygusu nasıl oluşmaktadır?
Soldaki resimde arkadaki çizgi
öndeki çizgiden neredeyse iki kat daha uzun duruyor.
Oysa her iki çizgi de aynı boyda. Bu örnekte de
görüldüğü gibi, çizgilerin kullanımı, perspektif,
ışık, gölge gibi unsurlar insanların bazı nesneleri
olduğundan farklı görmelerine neden olabilmektedir.
Ama aslında tüm nesneler tek bir yerde, beynimizdeki
görüntü merkezinde algılanmaktadır.
|
Mesafe dediğimiz algı, bir çeşit üç boyutlu
görme şeklidir. Görüntülerde mesafe ve derinlik hissini uyandıran
şeyler ise perspektif, gölge ve hareket dediğimiz unsurlardır. Optik
biliminde mekan (space) algısı denilen bu algı şekli, çok karmaşık
sistemlerle sağlanır. Bu sistemi en basit şekliyle şöyle anlatabiliriz:
Aslında gözümüze gelen görüntü sadece iki boyutludur. Yani yükseklik
ve genişlik ölçülerine sahiptir.
Göz merceğine gelen görüntülerin
boyutları ve iki gözün aynı anda iki farklı görüntü görmesi derinlik ve
mesafe hissini oluşturur. Bizim her bir gözümüze düşen görüntü, diğer
göze gelen görüntüden açı, ışık gibi unsurlar açısından farklıdır.
Beyin bu iki farklı görüntüyü tek bir resim haline getirerek derinlik
ve mesafe hissini oluşturur.
Bunu
daha iyi anlamak için bir deney yapabiliriz. Önce sağ kolunuzu iyice
ileri uzatın ve işaret parmağınızı kaldırın. Şimdi gözlerini
parmağınıza odaklayıp sırayla sağ ve sol gözlerini kapatıp açın. İki
göze farklı iki görüntü geldiği için parmağın hafifçe yer
değiştirdiğini veya kaydığını göreceksiniz. Şimdi iki gözünüzü de açıp
sağ işaret parmağında odaklamaya devam ederken sol işaret parmağını
mümkün olduğu kadar gözlerinize yaklaştırın.
Yakında olan parmağın çift
görüntü oluşturduğunu fark edeceksiniz, bu ise algı sisteminde
uzaktaki parmaktan farklı bir derinlik oluşması nedeniyledir. Şimdi bu
durumdayken gözlerinizi sırayla kapatıp açarsanız yakındaki parmağın
daha fazla yer değiştirdiğini göreceksiniz, çünkü iki göze düşen
görüntülerin farkı artmıştır.
Üç boyutlu film yapılırken de bu teknik
kullanılır; iki farklı açıdan çekilen görüntü aynı ekran üzerine
yansıtılır. Seyirciler renk filtresi veya polarize filtreli özel
gözlükler takarlar. Gözlüğün camındaki filtreler iki görüntüden birini
yakalar, beyin bunları birleştirip üç boyutlu görüntü haline getirir.
Derinlik hissini oluşturan
unsurların biri doku değişimidir.
Bize yakın olan dokular daha detaylı, uzakta kalanlar
ise daha silik gözükür. Örneğin üst resimde de
görüldüğü gibi renk, gölge ve ışık kullanılarak,
düz bir kağıt üzerinde, üç boyutlu, derinlik hissi
olan, kabarık olduğu izlenimi veren bir doku oluşturulmuştur.
En üstteki resimde tüm noktalar beyaz olmasına
rağmen, siyah beyaz olarak yanıp sönüyor görülmektedirler.
|
İki boyutlu bir retinada derinlik hissinin
oluşması, iki boyutlu bir resim tuvalinde gerçekçi bir derinlik hissi
oluşturmaya çalışan ressamların kullandığı tekniğe çok benzer. Derinlik
hissini oluşturan bazı önemli unsurlar vardır. Bunlar; nesnelerin üst
üste yerleşmesi, atmosfer perspektifi, doku değişimi, doğrusal
perspektif, boyut, yükseklik ve harekettir. Örneğin doku değişimi
derinlik hissinin oluşumunda son derece önemlidir.
Üzerinde
dolaştığımız yüzey, örneğin bir yol ya da çiçeklerle dolu bir tarla
aslında bir dokudur. Bize yakın olan dokular daha detaylı, uzakta
kalanlar ise daha silik gözükür. Bu yüzden bir doku üzerine
yerleştirilen nesnelerin mesafesi hakkında yargıda bulunmak daha
kolaydır. Ayrıca burada gölge ve ışık unsurları da devreye girerek üç
boyutlu görüntüyü tamamlarlar.
Nitekim başarılı ressamların yaptığı resimleri
hayranlıkla seyretmemizin nedeni, gölge ve perspektif unsurlarını
kullanarak resme verdikleri derinlik ve gerçeklik hissidir.
Perspektif, uzaktaki şeylerin, gören kişiye göre
yakındaki şeylere oranla daha küçük olarak gözükmesinden kaynaklanır.
Örneğin bir manzara resmine baktığımızda uzaktaki ağaçlar küçük,
yakındaki ağaçlar büyük gözükür ya da arka plandaki dağ görüntüsü ön
planda duran insan görüntüsünden daha küçük çizilir. Doğrusal
perspektifte ise ressamlar paralel çizgileri kullanırlar. Örneğin, tren
rayları ufuk çizgisinde birleşerek mesafe ve derinlik hissini
oluştururlar.
Ressamların tablolarında kullandıkları yöntem,
beynimizde meydana gelen görüntü için de geçerlidir. Beynimizdeki iki
boyutlu bir mekanda derinlik, ışık, gölge aynı metodla meydana gelir.
Bir görüntüde ayrıntılar, yani ışık, gölge ve boyutlar ne kadar
ayrıntılı işlenirse, o görüntü o kadar gerçekçi olur ve duyularımızı
aldatır. Böylece biz üçüncü boyut olan derinlik ve mesafe varmış gibi
hareket ederiz. Halbuki gördüğümüz bütün görüntüler bir film karesi
gibi tek bir satıh üzerinde bulunur. Beynimizdeki görme merkezi son
derece küçüktür! Bütün o uzak mesafeler, uzaktaki evler, gökteki
yıldızlar, Ay, Güneş, havada uçan uçaklar, kuşlar gibi görüntüler bu
küçük mekana sığdırılır. Yani sizin bakıp binlerce kilometre yukarıda
dediğiniz bir uçakla, elinizi uzatıp tutabildiğiniz bardak arasında
teknik olarak bir mesafe yoktur, tümü beyninizdeki algı merkezinde tek
bir yüzey üzerindedir.
Örneğin, ufukta kaybolmakta olan bir gemi, aslında
sizden kilometrelerce uzakta değildir. Gemi sizin beyninizin içindedir.
Baktığınız camın pervazları, camın önündeki kavak ağacı, evinizin
önünden geçen yol, deniz ve denizde yol alan gemi de dahil olmak üzere
beyninizdeki görme merkezinde, yani aynı iki boyutlu mekanda
oluşmaktadır. Nasıl ki bir ressam, büyüklük küçüklük gibi oranları,
renk, gölge ve ışık gibi malzemeleri ve perspektifi kullanarak, uzaklık
hissini iki boyutlu bir tabloda gösterebiliyorsa, bizim beynimizde de
benzer şekilde, uzaklık algısı oluşur. Sonuç olarak, gördüklerimizi
kendimizden uzakta gibi algılamamız, gördüklerimizle aramızda bir
mesafe olması bizi yanıltmamalıdır. Çünkü mesafe de diğerleri gibi bir
algıdır.
İKİ BOYUTLU
BİR ZEMİNDE DERİNLİĞİ OLAN BİR GÖRÜNTÜ MEYDANA
GETİRMEK
Bu sayfalarda görülen
resimlerin hepsinde son derece gerçekçi bir derinlik
fark edilmektedir. İki boyutlu bir tuvalin üzerinde
gölge, perspektif ve ışık kullanılarak, üç boyutlu,
derinliği olan bir görüntü oluşturulabilmektedir.
Ressamın yeteneğine göre, bu gerçekçilik daha
da artmaktadır. Benzer bir durum bizim görme algımız
için de geçerlidir. Çünkü gözün retina tabakasına
düşen görüntü iki boyutludur. Ancak her iki göze
düşen görüntü daha sonra tek bir resim haline
getirilir ve 3 boyutlu, derinliği olan bir görüntü
olarak beynimizde algılanır.
|
SİZ Mİ ODANIN İÇİNDESİNİZ, ODA MI SİZİN İÇİNİZDE?
Bedeniniz de beyninizde
gördüğünüz bir görüntü olduğuna göre, içinde bulunduğunuz
oda mı sizin içinizdedir yoksa siz mi odanın içindesiniz?
Bu sorunun cevabı açıktır: Elbette ki oda sizin
içinizde, beyninizdeki görme merkezindedir.
|
İnsanların, gördüklerinin beyinlerinde bir algı
olduğunu kavramalarını engelleyen nedenlerden biri de, bedenlerini de bu
görüntünün içinde görmeleridir. "Ben bu odanın içinde olduğuma göre,
demek ki bu oda benim beynimde oluşmuyor" gibi yanlış bir sonuca
varmaktadırlar. Onları bu yanlış sonuca götüren yanılgıları ise kendi
bedenlerinin de görüntüsüyle muhatap olduklarını unutmalarıdır.
Nasıl
ki, çevremizde gördüğümüz herşey sadece kopya görüntülerden ibaret ise,
kendi bedenimiz de aynı şekilde beynimizde oluşan bir kopya görüntüdür.
Örneğin şu anda oturduğunuz koltukta, boynunuzdan aşağıda kalan
kısmınızı görüyorsunuz. Bu görüntü de diğerleri ile aynı sistemle
meydana geliyor. Elinizi bacağınızın üzerine koyduğunuzda bu dokunma
hissi yine beyninizde oluşuyor. Yani siz şu anda beyninizde oluşan
bedeninizi görüyor ve bedeninize dokunduğunuzu beyninizde
hissediyorsunuz.
Bedeniniz de beyninizde bir görüntü olduğuna göre,
oda mı sizin içinizde siz mi odanın içindesiniz? Bu sorunun doğru
cevabının, "oda sizin içinizde" olduğu çok açıktır. Ve siz beyninizdeki
oda görüntüsünün içindeki bedeninizin görüntüsünü görürsünüz.
Bunu bir örnekle daha açıklayalım. Farz edin ki,
asansörü çağırdınız ve asansör geldiğinde üst kat komşunuz da asansörün
içinde. Asansöre bindiniz. Gerçekte, siz mi asansörün içindesiniz,
yoksa asansör mü sizin içinizde? Gerçek olan şudur: Asansör, içindeki
komşunuzun ve kendi bedeninizin görüntüsüyle birlikte beyninizde
oluşmaktadır.
Sonuç olarak biz hiçbir şeyin "içinde" olmayız.
Herşey bizim içimizde, yani beynimizde oluşur. Güneş'in, Ay'ın,
yıldızların veya gökte giden bir uçağın bizden milyonlarca kilometre
uzaklıkta olmaları da bu gerçeği değiştirmez. Güneş ve Ay da aynı,
elinizde tuttuğunuz bu kitap gibi sizin beyninizin içindeki küçücük
görme merkezinizde oluşan kopya görüntülerdir.
Yapay Olarak Meydana Getirilen Algılar
Bir deneyde, görme özürlü
kişilerin, gözlerinin yanına takılan bir cihaz
ile bazı görüntüler görmeleri sağlandı. Bu kişiler
cihazdan dış dünyaya ait olmayan, yapay olarak
üretilen uyarılar almalarına rağmen, son derece
gerçekçi görüntüler görüyorlardı. Hatta bir cismin
üstlerine doğru geldiğini zannederek, kendilerini
korumak için geri çekiliyorlardı.
|
Bilim yazarı Rita Carter, Mapping The Mind
isimli kitabında, "görmek için gözlere ihtiyaç yoktur" diyerek, bilim
adamları tarafından gerçekleştirilen önemli bir deneye yer vermektedir.
Deneyde görme özürlü kişilere, video resimlerini titreşimlere
dönüştüren bir cihaz takıldı. Bu kişilerin gözlerinin yanına takılan
bir kamera ise uyarıları bu kişinin beynine gönderiyordu.
Böylece bu
kişi sürekli olarak görsel dünyadan uyarı alabiliyordu. Hastalar bir
süre sonra gerçekten görüyormuş gibi davranmaya başladılar. Örneğin,
cihazlardan birinde görüntüyü yaklaştırmak için bir lens vardı. Bu lens
hasta uyarılmadan çalıştırıldığında, hasta görüntü büyüyerek üzerine
geliyormuş gibi gördüğü için iki kolu ile kendini koruma ihtiyacı
hissetmiştir.16
Bu deneyde de görüldüğü gibi, algılarımızın oluşması için yapay olarak oluşturulan algılar da yeterli olmaktadır.
RÜYALARDA YAŞADIĞIMIZ "ALGILAR DÜNYASI"
Bir insan gerçekte evindeki
kanapesinde huzur içinde uyuyorken, rüyasında
kendisini bir savaşın içinde görebilir. Hatta
savaşın tüm gerilimini, korku ve paniğini son
derece gerçekçi olarak yaşayabilir. O esnada ise
tek başına, sessiz ve sakin bir yerde yatmaktadır.
Rüyasında gördüğü son derece inandırıcı görüntü
ve sesler ise beyninde meydana gelmektedir.
|
Bir insan rüyası sırasında gözleri kapalı olarak
yatağında yatar. Ancak buna rağmen, gerçek hayatında karşılaştığı
olayların, yaşadığı hislerin, uyarıların tamamını rüyalarında,
gerçeklerinden ayırt edilemeyecek kadar gerçekçi olarak algılar. Bu
gerçeğe, bu kitabı okuyan insanların tamamı bizzat kendi uykularında
sık sık şahit olurlar. Örneğin, gece yatağında sessiz ve sakin bir
ortamda, çevresinde ikinci bir kişi dahi yokken yatan bir insan,
rüyasında kendisini çok kalabalık bir mekanda, bir tehlike içinde
görebilir. Can havliyle bu tehlikeden kaçtığını, bir duvarın arkasına
sığındığını gerçekmiş gibi yaşayabilir.
Hatta rüyasında gördükleri o
kadar gerçekçidir ki, korku ve panik duygusunu gerçekten tehlikeli bir
ortam varmış gibi aynısı ile hisseder. Her gürültüde yüreği ağzına
gelir, korkudan titrer, kalbi hızla atar, terler, insan bedeni tehlike
anlarında neler hissederse, fiziksel olarak ne tepkiler verirse hepsini
aynen yaşar. Oysa, zihninin dışında, gördüklerinin hiçbirinin bir
karşılığı yoktur.
Rüyasında yüksek bir yerden aşağı düşen bir insan
da bunu bütün vücudu ile hisseder. Oysa o anda yatağında hiç
kıpırdamadan yatmaktadır. Ya da, rüyasında ayağı kayıp su
birikintisinin içine düştüğünü gören bir insan, tüm kıyafetlerinin
ıslandığını, çıkan rüzgar nedeniyle üşüdüğünü hissedebilir. Ancak
bulunduğu yerde ne bir su birikintisi, ne de rüzgar yoktur. Hatta çok
sıcak bir odada uyuyor olmasına rağmen ıslaklığı ve üşümeyi, aynı
uyanıkken olduğu gibi yaşar.
Veya rüyasında maddenin aslı ile muhatap olduğunu
iddia eden bir kişi kendinden son derece emin olabilir. Kendisine
"maddenin kopya görüntüsüyle muhatap olduğunu", "dış dünyanın aslıyla
muhatap olmanın mümkün olmadığını" anlatan arkadaşının omzuna elini
koyarak "Şimdi ben bir hayal miyim? Sen elimi omzunda hissetmiyor
musun? O zaman nasıl kopya görüntü olabiliyorsun? Nereden çıkarıyorsun
bu iddiaları? Gel seninle bir Boğaz turu yapalım, hem bu konuyu
konuşuruz, bir de böyle bir konuya neden inanıyorsun bana anlatırsın"
diyebilir.
Derinleşen uykusunda gördüğü bu rüya o kadar nettir ki,
keyifle arabanın kontağını açıp motora yavaş yavaş gaz verir ve sonra
aniden pedala basıp arabayı adeta sıçratır. Yolda hızla giderken
ağaçlar ve yol çizgileri süratten adeta blok bir görüntü oluşturur. Bir
yandan da temiz Boğaz havasını alır. Tam arkadaşına itiraz etmeye, o
anda yaşadıklarının hayal olmadığını anlatmaya hazırlanırken saatinin
ziliyle uyanır. Ancak ne ilginçtir ki, rüyasında gördüklerinin hayal
olduğuna itiraz eden bu insan, uyanıkken de gördüklerinin zihninde
oluşan kopya görüntüler olduğunu anlatan bir arkadaşı yanında olsa, ona
da aynı şekilde itiraz edecektir.
İnsan aslında güven içinde
evinde uyurken, rüyasında lunaparkta hızla dönen
vagonlara bindiğini görebilir. Vagonların hızını,
zaman zaman ters döndüğünü, esen rüzgarı gerçeğinin
aynısı gibi hissedebilir.
|
İnsanlar rüyalarından uyandıklarında o ana kadar
görmüş olduklarının hayal olduğunu anlarlar, ama "uyanma" görüntüsüyle
başlayan ve adına "gerçek hayat" dedikleri hayatın bir hayal
olabileceğinden nedense hiç kuşkulanmazlar. Oysa, "gerçek hayatımız"
dediğimiz görüntüleri algılayış şeklimiz, rüyalarımızı algılayış
şeklimizle tamamen aynıdır. Her ikisini de zihnimizde görürüz. Ve
rüyalarımızdan uyandırılmadığımız sürece, onların bir hayal olduğunu
anlamayız.
Ancak uyandığımız zaman "demek ki gördüklerim bir rüyaymış"
deriz. Öyle ise şu anda gördüklerimizin bir rüya olmadığını nasıl ispatlayabiliriz?
Sadece henüz uyandırılmamış olduğumuz için, içinde bulunduğumuz anı
gerçek zannediyor olabiliriz. Her gece gördüğümüz rüyalardan daha uzun
süren bu rüyadan bir gün uyandırıldığımızda, bu gerçekle karşılaşacak
olabiliriz. Ve bunun aksini söyleyerek ispatlayabileceğimiz hiçbir
delilimiz yoktur.
Dünya hayatının bir rüya gibi olduğu, bu rüyadan
"büyük bir uyanış" ile uyanıldığında ancak insanların rüya gibi bir
alemde yaşadıklarını anlayacakları, İslam alimleri tarafından da dile
getirilen bir gerçektir. Üstün ilmi nedeniyle Şeyh-i Ekber (En Büyük
Şeyh) olarak anılan büyük İslam alimi Muhyiddin Arabi, bir sözünde,
Peygamber Efendimiz (sav)'in bir hadisini aktararak, dünya hayatını
rüyalarımıza şöyle benzetmiştir:
|
|
Rüyası sırasında maddenin aslını
gördüğünü iddia eden kişi, "maddenin hayal olduğunu"
anlatan arkadaşının omzuna elini koyar ve "Şimdi
ben bir hayal miyim? Sen elimi omzunda hissetmiyor
musun? O zaman nasıl hayal olabiliyorsun?" der.
|
Arkadaşıyla boğazda giderken,
denizin kokusunu, dalgaların sesini, hafif esen
rüzgarı gerçekmiş gibi hissetmektedir.
|
|
|
Sonra arkadaşını arabasıyla
dolaşmaya çağırır. "Gel seninle bir Boğaz turu
yapalım. Hem sen böyle şeyleri nereden çıkarıyorsun,
onu anlatırsın" der.
|
Yolda hızla giderken ağaçlar
ve yol çizgileri süratten blok bir görüntü oluşturur
ve arabanın yanından hızla akıp geçer. Bu görüntülerin
gerçek hayatında gördüklerinden hiçbir farkı yoktur.
|
|
|
Gördüğü bu rüya o kadar nettir
ki, keyifle arabanın kontağını açıp motora yavaş
yavaş gaz verdiğini ve arabayı sıçratarak kaldırdığını
aslının aynısı gibi görür ve hisseder.
|
Tam arkadaşına itiraz etmeye,
o anda yaşadıklarının hayal olmadığını anlatmaya
hazırlanırken saatinin ziliyle uyanır.Uyandığında
ise, bir an önce gerçekliğinden emin olduğu olayların
ve görüntülerin aslında bir rüya olduğunu anlar.
Peki ya bu insan şu anda da biraz sonra uyanacağı
başka bir rüyanın içinde ise?
|
Hazreti Muhammed Aleyhisselam "insanlar
uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar" buyurmuştur. Demek ki, dünya
hayatında gördüğü şeyler uyuyan kimsenin rüyasında gördüğü şeyler
gibidir. Yani hayaldir.17
Bir ayette ise Allah insanların kıyamet gününde tekrar diriltildiklerinde şöyle diyeceklerini bildirmektedir:
Demişlerdir ki: "Eyvahlar
bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip-kaldırdı? Bu,
Rahman (olan Allah)ın va'dettiğidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler
doğru söylemiş". (Yasin Suresi, 52)
Ayette de görüldüğü gibi, insanlar kıyamet
günü aynı bir rüyadan uyanır gibi uyanmaktadırlar. Bir insan, ağır bir
uykuya daldığı ve rüya gördüğü sırada aniden uyandırıldığında kendisini
uyandıranın kim olduğunu nasıl sorgularsa, bu insanlar da aynı şekilde
kendilerini kimin uyandırdığını sormaktadırlar. Bu ayette de dikkat
çekildiği gibi dünya hayatı gördüğümüz bir rüya gibidir ve her insan bu
rüyadan uyandırılacak ve gerçek hayatı olan ahiret hayatına dair
görüntüleri görmeye başlayacaktır.
HAYATINIZI,
RÜYALARINIZ GiBİ BAMBAŞKA BİR YERDE İZLİYOR OLABİLİRSİNİZ
|
Rüyasında kahve içen bir insan, kahvenin şekerini,
kıvamını, içindeki sütün tadını, gerçekten kahve
içiyormuş gibi hisseder. Ancak ortada ne kahve,
ne de içecek birşey vardır. Ne var ki, rüyasında
kahve içen bir insana biri gelip, "şu anda rüyadasın
ve bu kahve aslında bir görüntü" dese, hemen itiraz
eder. "Görüntü olur mu? Bak sıcaklığını hissediyorum.
Birden içince dilim yanıyor. Hatta kahveyi içince
susuzluğum geçti.
Görüntü olsa susamamı geçirir
miydi?" der. İçtiğini sandığı kahvenin aslında
beyninde oluşan bir görüntü olduğunu, içerken
hissettiği sıcaklık, susuzluk gibi hislerin de
yine beyninde oluşan algılar olduğunu ancak uykusundan
uyandıktan sonra anlar.
Rüyalarımızda
yaşadıklarımızla, gerçek hayatta yaşadıklarımız
aynı mantıkla oluşur. Rüyalarımız nasıl zihnimizde
yaşanıyor ise, gerçek hayatımız da zihnimizde
yaşanır. Rüyalarımıza "hayal" dememizin tek nedeni,
sabah uyandığımızda bedenimizi yatağımızda bulmamız
ve "demek ki ben yatıyordum ve bunları rüyamda
gördüm" sonucuna varmamızdır.
Peki rüyanızdan
hiç uyanmadan yaşamaya devam etseniz, rüya içinde
yaşadığınızın, gördüklerinizin hiçbirinin aslı
ile muhatap olmadığınızın farkına varabilir misiniz?
Kesinlikle hayır.
Uyanıp, kendinizi yatağınızda
uyuyorken bulmadığınız sürece, hiçbir zaman rüyada
olduğunuzu anlayamazsınız ve koskoca bir ömrü
gerçek hayatınızı yaşadığınızı zannederek geçirirsiniz.
Öyle ise, gerçek
hayat dediğimiz hayatımızın da bir rüya olmadığını
nasıl ispatlayabiliriz? Bir gün bu gördüğümüz
hayattan çıkıp kendimizi bambaşka bir yerde, bu
hayatımıza dair görüntüleri izlerken bulmayacağımıza
dair bir bilgimiz var mıdır?
|
YAPAY OLARAK OLUŞTURULAN DÜNYALARA DİĞER ÖRNEKLER
"Dış dünya" olmadan, algıların çok gerçekçi olarak
yaşanabileceğine dair günümüz teknolojisinde de çok önemli örnekler
bulunmaktadır. Özellikle son yıllarda büyük bir gelişme gösteren "sanal
gerçeklik" kavramı, bu konuda fikir vericidir.
Sanal gerçeklik, en basit şekliyle, bilgisayarda
canlandırılan üç boyutlu görüntülerin, bazı aygıtların yardımıyla
insanlara "gerçek bir dünya" gibi gösterilmesidir. Bugün birçok alanda
farklı amaçlarla kullanılan bu teknolojiye, bu nedenle "yapay
gerçeklik", "sanal dünyalar", "sanal ortamlar" gibi isimler de
verilmektedir.
Sanal gerçekliğin en önemli özelliği, özel aletler
kullanan bir kişinin gördüğü görüntüyü gerçek zannetmesi hatta
kendisini bu görüntüye kaptırmasıdır. Bu nedenle son yıllarda sanal
gerçeklik ifadesinin İngilizce karşılığının başında "immersive"
kelimesi de kullanılmaktadır ve bu kelimenin anlamı "dalmak,
kaptırmak"tır. (Immersive Virtual Reality: Kaptıran Sanal Gerçeklik)
|
|
Sanal gerçeklik için kullanılan
simülatörler. Yukarıdaki resimdeki kişi kullandığı
cihazlar nedeniyle, hareketli bir suya dokunduğunu
sanmaktadır. Alttaki kişiler ise kendilerini,
gösterilen filmin kahramanları olarak izlemekte
ve yaşadıklarından dolayı heyecan duymaktadırlar.
|
|
Sanal bir dünya oluşturmak için kullanılan
aletler; görüntü sağlayan bir ekranı olan kask, dokunma hissi veren
elektronik bir eldiven gibi aletlerdir. Kaskın içindeki bir alet ise
sürekli olarak başın hareketlerini ve açısını kontrol ederek
görüntünün, başın açısı ve duruşu ile orantılı olarak ekrana gelmesini
sağlar. Bazen bir oda büyüklüğündeki bir kübün tüm duvarlarına ve
zeminine stereo görüntüler yansıtılır ve bu odaya giren kişiler,
taktıkları stereo gözlüklerle, odada dolaşıp kendilerini bambaşka
mekanlarda, örneğin bir şelale kenarında, bir dağın zirvesinde, denizin
ortasındaki bir geminin güvertesinde güneşlenirken görebilirler.
Başa
takılan kasklar üç boyutlu, derinlik ve mekan algısı olan görüntüler
oluştururlar. Görüntüler insan boyutları ile orantılı olarak verilir ve
eldiven gibi bazı aletlerle dokunma hissi sağlanır. Böylece bu
aletleri kullanan kişi gördüğü sanal dünyadaki eşyalara dokunabilir,
onların yerlerini değiştirebilir. Bu mekanlarda insanın gördüğü
görüntüdeki sesler de son derece inandırıcıdır. Ses her yönden, farklı
derinliklere sahip olarak verilebilmektedir. Bazı uygulamalarda,
dünyanın çok farklı yerlerindeki birkaç kişiye aynı sanal ortam
gösterilebilmektedir. Böylece örneğin dünyanın farklı ülkelerinden,
hatta farklı kıtalarından üç insan, kendilerini diğerleri ile birlikte
bir sürat motoruna binerken görebilirler.
SANAL ORTAMLARDA
OLUŞTURULAN DÜNYALAR
Günümüzde ilerleyen
teknoloji ile birikte simülatör denen sistemler
pek çok alanda kullanılmaya başlandı. Gözlüklü
bir başlık ve eldiven ile, bunları kullanan kişiye
çok farklı görüntüler üç boyutlu olarak gösterilmekte
ve bu kişi kendisini bu görüntünün içinde zannetmektedir.
|
Araba tasarımcıları, yeni
araba modellerini sanal ortamlarda denemektedirler.
|
|
|
|
Bu teknolojinin
kullanıldığı alanlardan biri de pilot eğitimidir.
Küçük bir kabinin içinde bulunan kişiler bu aletler
sayesinde kendilerini gerçekten bir uçak kullanırken,
gökyüzünde uçarken veya havaalanına iniş yaparken
görebilmekteler.
|
Sanal dünyanın oluşturulması için gerekli olan
aletlerde kullanılan sistem, beş duyumuz için geçerli olan sistemle
aynıdır. Örneğin, kullanıcının eline taktığı eldivenin içindeki
mekanizmanın etkisiyle, parmak uçlarına bazı sinyaller verilir ve bu
sinyaller beyine iletilir. Beyin bu sinyalleri yorumladığında bu kişi,
çevresinde hiç olmadığı halde ipek bir halıya veya yüzeyinde birçok
girinti ve çıkıntı bulunan, kabarık desenli bir vazoya dokunduğunu
hissedebilmektedir.
Michigan Üniversitesi'nde
geliştirilen bir teknikle doktor adayları ve özellikle
acil servis personeli yapay bir ameliyathane ortamında
eğitilmektedir. Bu uygulamanın ilk aşamasında,
bir odanın zeminine ve duvarlarına ameliyathane
ile ilgili görüntüler yansıtılmaktadır. Yandaki
sayfada görülen ameliyathane ortamında üç doktor
dışındaki tüm görüntüler, hasta da dahil olmak
üzere sanaldır. Simülatör cihazları ile, doktor
adayları ilk ameliyatlarını sanal bir ameliyathanede,
sanal hastalara yapmaktadırlar.
|
|
|
YAPAY
AMELİYATHANEDE YAPAY AMELİYAT
|
|
|
Sanal gerçekliğin kullanılmaya başlandığı önemli
alanlardan biri tıptır. Michigan Üniversitesi'nde geliştirilen bir
teknikle doktor adayları ve özellikle acil servis personeli yapay bir
ameliyathane ortamında eğitilmektedir. Bu uygulamada, bir odanın
zeminine ve duvarlarına ameliyathane ile ilgili görüntüler,
ameliyathanenin ortasına ise bir ameliyat masası ve bir "hasta"nın
görüntüsü yansıtılmaktadır. Doktor adayları ise üç boyutlu gözlüklerini
takarak bu sanal hasta üzerinde ameliyata başlamaktadırlar.
Resimlerde de görüldüğü gibi, bu resmi gören bir insan, hangisinin gerçek hangisinin sanal olduğunu anlayamayacaktır.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi, yapay uyarılarla
bir insana gerçek olmayan bir dünya gerçek gibi gösterilebilmektedir.
Son yıllarda çekilen bazı ünlü filmlerin bu konuyu ele alması da son
derece dikkat çekicidir. Örneğin, The Matrix isimli Hollywood filminde,
filmin iki kahramanı, bir koltukta yatar vaziyette iken sinir
sistemlerine bir bilgisayar bağlandığında kendilerini bambaşka
mekanlarda görmektedirler. Bir sahnede, uzak doğu sporları yaparken bir
başka sahnede ise kendilerini bambaşka kıyafetler içinde çok kalabalık
bir caddede yürürken bulmaktadırlar. Filmin kahramanı, yaşadıklarının
gerçekçiliği karşısında bunların bir bilgisayar tarafından oluşturulan
görüntüler olduğuna inanamadığını söylediğinde ise, bilgisayar
tarafından görüntü dondurulmakta ve bu kişi gerçek sandığı dünyanın
aslında bir görüntü olduğu konusunda ikna edilmektedir.
Sonuç olarak günümüz teknolojisi ile, yapay
uyarılar ile yapay görüntüler, diğer bir deyişle yapay bir dünya
oluşturmak mümkündür. Bu yapay görüntülerin gerçeklerinden hiçbir farkı
olmadığı, deneyen kişiler tarafından ifade edilmektedir. O halde, biz de
her an gördüğümüz "yaşam görüntüsü"nde muhatap olduklarımızın mutlaka
"asılları" olduğunu iddia edemeyiz. Çünkü bu algılarımızın nedeni çok
daha farklı bir kaynak olabilir.
MADDENİN
GERÇEĞİ KONUSU FİLMLERDE
Maddenin gerçeği
konusunun gündeme getirilmesi ve birçok
vesile ile dünyaya anlatılmasıyla yaşanan
dikkat çekici gelişmelerden biri, birçok
Hollywood filminin içeriğinde bu önemli
gerçeğe yer verilmesi olmuştur.
TOTAL
RECALL
|
|
Arnold
Schwarzenegger'in başrolünü oynadığı Total
Recall isimli filmde, başrol oyuncusu gerçek
hayatı sandığı yaşamının aslında beynine
yüklenmiş olan bilgilerden oluştuğunu anlamaktadır.
Ancak hangisi gerçek, hangisi hayal ayırt
edememektedir.
13.KAT
|
|
Bu
karelerin alındığı 13. Kat isimli filmin
konusu özetle şöyledir: Filmin iki başrol
oyuncusu, bilgisayar ile, sanal bir dünya
meydana getirmişlerdir. Bu sanal dünyada
1937 yılı canlandırılmaktadır. Gerçekte
ise, bu kişiler 2000 yılında yaşamaktadırlar.
|
|
Bu
bilgisayar programına bağlanan kişi, bir
yatağa uzanır ve beynine bu programdaki
bilgiler ve 1937 yılının yaşandığı sanal
dünyadaki kimliği ile ilgili ayrıntılar
yüklenir. Örneğin bu kişi 2000 yılında yaşayan
Douglas Hall isimli, zengin ve başarılı
bir bilgisayar şirketi yöneticisi iken,
hafızasına 1937 yılında yaşayan John Ferguson
isimli bir banka veznedarının bilgileri
yüklenmektedir.
|
|
Bu
kişi kendini bir anda 1937 yılının ortamında
bulur. Binalar, arabalar, kıyafetler tamamen
o yıla özgüdür. Bu kişiyi şaşırtan ise,
her iki yaşamının da birbiri ile aynı gerçeklikte
olmasıdır. İkisinde de suyun ıslaklığını,
dışarıdaki rüzgarı, karşılaştığı olaylarda
hissettiği korku ve heyecanı tüm gerçekliği
ile yaşamaktadır.
|
|
Bu
kişi daha sonra, gerçek hayatı zannettiği
hayatının da aslında bir bilgisayar programı
olduğunu, o güne kadar gerçek sandığı herşeyin,
şirketinin, makamının, arabasının, dostlarının
tümünün bir hayal olduğunu anlar. Gerçekte
2000 yılından çok daha ileri bir zamanda
yaşamakta ve tüm bu hayatını bir simülatörde
izlemektedir. Filmde asıl olarak vurgulanan
konu ise, hayal olarak yaşananların gerçek
sanılan hayattan ayırt edilemeyecek kadar
gerçekçi olabilmesidir.
|
|
|
|
The
Matrix filminde ise, başrol oyuncusu, o
güne kadar cam bir fanusun içinde beynine
verilen elektrik sinyallerinden oluşan hayali
bir dünyada yaşadığını anlar. Kendisini
bir bilgisayar programcısı zannederken,
gerçekte yukarıda görülen mekanda uyumaktadır.
Yani hayatı sandığı herşey gerçekte bir
hayaldir.
|
|
Filmde,
başrol oyuncusunun beynine bilgisayar kablosu
bağlanır ve bu kablo aracılığı ile beynine
bazı programlar yüklenir.
|
|
Bilgisayar
programı yüklendikten sonra, gerçekte başka
bir yerde, kötü giysiler ile, oldukça eski
bir koltukta oturan bu kişi, kendisini bambaşka
kıyafetlerle bambaşka bir yerde görür. Kötü
görünümlü giyisileri değişmiştir, saçı uzamıştır.
Aslında oturmakta olduğu simülatörün koltuğundaki
görüntüsünden tamamen farklı bir görünüme
sahiptir.
|
|
Bu
kişi, gördüklerinin hayal olamayacak kadar
gerçekçi olmasından dolayı gerçeği kabullenmek
istemez ve koltuğa dokunarak "Bu gerçek
değil mi?" diye sorar. Aldığı cevap ise
şöyledir: "Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tanımlarsın?
Eğer hissedebildiğin, koklayıp, tadıp, görebildiğin
şeylerden söz ediyorsan, "gerçek" beyne
iletilen elektrik sinyallerinin yorumlanmasıdır."
|
|
|
Kendisine
bildiği dünyanın tamamının bir simülasyondan
oluştuğu gösterilir. Buna gördüğü her ayrıntı
dahildir. Arabalar, şehir gürültüsü, trafik,
gökdelenler, okyanus, insanlar, kısacası
herşey sadece bilgisayar programı ile zihninde
meydana gelen bir canlandırmadan ibarettir.
|
|
Kendisine
bildiği dünyanın tamamının bir simülasyondan
oluştuğu gösterilir. Buna gördüğü her ayrıntı
dahildir. Arabalar, şehir gürültüsü, trafik,
gökdelenler, okyanus, insanlar, kısacası
herşey sadece bilgisayar programı ile zihninde
meydana gelen bir canlandırmadan ibarettir.
|
|
Bugüne
kadar gerçek olduğunu sandığı tüm tarihin
de hayal olduğunu ve aslında bambaşka bir
zamanda yaşadığını öğrenir.
|
|
The
Matrix filminden bir başka sahne. Bu sahnedeki
kişi, tüm hayatının bir bilgisayar programı
tarafından beyninde gösterildi ğini bilmektedir.
Bu nedenle yediği bifteğin lezzetinin gerçekte
var olmadığını, bunu sadece beyninde algıladığını
söylemekte ancak yine de bu lezzetten gerçekmiş
gibi zevk aldığını belirtmektedir.
|
|
HİPNOZUN GÖSTERDİĞİ ÖNEMLİ GERÇEK
Yapay uyarılarla bir dünya oluşturulabileceği
gerçeğine verilebilecek en iyi örneklerden biri de hipnoz tekniğidir.
Bilindiği gibi hipnozda, hipnotize edilen kişiye bir dizi telkin
yapılır ve bu kişinin, gerçeğinden ayırt edilemeyecek derecede
inandırıcı birtakım olayları yaşaması sağlanır. Söz konusu kişi,
bulunduğu odada olmayan görüntüleri, kişileri veya manzarayı görür,
sesleri duyar, kokuları ve tatları alır. Bu sırada yaşadığı olaylardan
dolayı sevinir, üzülür, heyecanlanır, sıkılır, endişelenir, telaşlanır.
Hatta hipnoz altındaki kişinin yaşadığı olayların etkileri dışarıdan
fiziksel olarak da izlenebilir; yapılan telkinle doğru orantılı olarak
kişide nabız artışı, tansiyon artışı, cildinde kızarıklık oluşması,
ateşinin yükselmesi, mevcut ağrıyı veya acıyı hissetmemesi gibi
belirtiler meydana gelebilmektedir.18
Örneğin hipnoz uygulanan bir deneyde, bir
kişiye bir hastanede bulunduğu ve bu hastanenin 10. katında ölmek üzere
olan bir hasta olduğu söylenmiş ve ancak kendisinin hızlı bir şekilde
elindeki ilacı yetiştirirse hayatının kurtulabileceği telkin
edilmiştir. Bu kişi hipnoz sırasındaki telkinin etkisiyle, son derece
hızlı olarak 10 katı çıkmaya başladığını sanmıştır. Bu sırada nefes
nefese kalmış, iyice yorulduğu için de nefesini kontrol edemeyecek hale
gelmiştir. Bunun üzerine artık en üst kata geldiği, ilacı yetiştirdiği
söylenmiş ve rahat bir yatağa uzanabileceği telkin edilmiştir. Ve
böylece hipnoz uygulanan kişi rahatlamaya başlamıştır.19
Hipnoz yapılan kişi, kendisine telkin edilen mekanı ve ortamı tüm
gerçekliğiyle yaşamasına rağmen, ortada ne bahsedildiği gibi bir mekan,
ne insanlar, ne de olaylar vardır.
Bir diğer deneyde ise normal bir odada
bulunan kişiye bir hamamda olduğu ve hamamın çok sıcak olduğu telkin
edilmiş, ardından bu kişi aşırı derecede terlemeye başlamıştır.20
Bu kişi hipnoz sırasındaki
telkinin etkisiyle, son derece hızlı olarak 10
katı çıkmaya başladığını sanmıştır. Bu sırada
nefes nefese kalmış, iyice yorulduğu için de nefesini
kontrol edemeyecek hale gelmiştir. Hipnoz yapılan
kişi, kendisine telkin edilen mekanı ve ortamı
tüm gerçekliğiyle yaşamasına rağmen, ortada ne
bahsedildiği gibi bir mekan, ne insanlar, ne de
olaylar vardır.
|
Burada çok önemli bir nokta dikkat çekmektedir.
İnsan vücudunda terlemenin oluşması için bazı etkilerin meydana gelmesi
gerekir. Bu hipnoz olayında karşımıza çıkan gerçek ise şudur:
Hipnotize edilen kişi, dışarıda terlemeye sebep olacak hiçbir etken
bulunmadığı halde terlemiştir. Bu örnek açıkça göstermektedir ki, bir
mekanda bulunmak ya da bir ortamı hissetmek için o ortamın ya da
mekanın aslıyla muhatap olmak şart değildir.
Suni uyarılar veya telkin
yoluyla, benzer etkilerin oluşturulması mümkündür.
Ulusal Hipnoterapi Derneği, Ulusal Psikoterapistler
Derneği, Profesyonel Hipnoterapistler Merkezi, Hipnoterapi Araştırma
Derneği gibi birçok kuruluşun üyesi olan İngiliz hipnoterapi uzmanı
Terrence Watts da, bir makalesinde, hipnoz sırasında geçmişteki bir
olayı hatırlayarak anlatan kişilerde, anlattıkları olayla bağlantılı
olarak bazı fiziksel değişimler gözlendiğini belirtmektedir.
Örneğin
kişinin anlattığı olayda, nefes alamama durumu oluşmuşsa, olayı hipnoz
altında anlattığı sırada yine nefesi daralmakta, hatta bir süre için
tamamen durmaktadır. Watts, hipnoz altındayken küçükken dövüldüğü bir
anı anlatan kişinin yüzünde tokat izlerinin belirdiğini belirtmektedir.
Ayrıca Watts bunun bir gizem olmadığını, vücudun acı algısına tepki
verdiğini belirtmektedir.21
Hipnoz uygulamalarında görülen en çarpıcı
örneklerden biri de, hipnoz yapılan kişinin cildinde telkin sonucu
yaralar dahi oluşabilmesidir.
Örneğin Paul Thorsen isimli bir
araştırmacı, hipnoz altındaki bir kişinin koluna sadece bir kalemin
ucunu değdirmiş ve bunun kızgın bir şiş olduğunu telkin etmiştir. Kısa
bir süre sonra kalemin ucunun değdiği noktada bir yanık kabarcığı
belirmiştir. Yine aynı araştırmacı, Anne O. isimli kişiye, hipnoz
esnasında kolunun A harfi şeklinde kanırtırcasına çizildiğini telkin
etmiştir. Başka hiçbir şey yapılmadığı halde, o bölgede A harfi
şeklinde kızarıklık belirmiştir.22 Bourru ve Burot isimli
araştırmacılar ise, hipnoz altındaki bir kişiye kolunun kesildiğini
telkin ederek, yumuşak bir kalemle çizilen hafif bir çizginin ardından
kan sızdığını görmüşlerdir.23
J. A. Hadfield ise, hipnotize ettiği bir
denizciye, koluna kızgın bir demir bastığını ve o bölgenin yanacağını
söylemiştir. Halbuki, sadece parmağının ucunu şöyle bir dokunmuştur.
Ardından da üzerini sarmıştır. 6 saat sonra sargılar açıldığında, o
bölgede gerçekten hafif bir kızarıklık ve kabarıklık görülmüştür.
Hadfield, "ertesi gün kabarık hayli büyümüştü ve tıpkı yanık yeri gibi
su toplamıştı" diye belirtmiştir.24
Hipnoz sırasında insan vücudunda meydana gelen bu
değişiklikler, görme, duyma, dokunma, işitme, acı, ağrı gibi
algılarımızın oluşması için dış dünyaya ihtiyacımızın olmadığını
göstermektedir. Örneğin dış dünyada kızgın bir demir olmamasına rağmen,
bu telkini alan kişinin kolunda yanık izi oluşabilmektedir.
Tüm bu örneklerden de anlaşıldığı gibi, hem
görüntünün nasıl oluştuğunu incelediğimizde, hem teknolojik gelişmeleri
takip ettiğimizde, hem de hipnoz gibi telkin yöntemlerini bu bilgilere
eklediğimizde ortaya kesin bir gerçek çıkmaktadır: İnsan, ömrü boyunca
bedeninin dışındaki bir dünyada yaşadığını zanneder. Halbuki dünya
dediğimiz herşey algı merkezlerimize ulaşan sinyalleri beynimizin
yorumlamasıdır. Yani biz beynimizin içinde oluşan dünyadan başka bir
dünyayla hiçbir zaman muhatap olamayız. Dışımızda ne var bunu asla
bilemeyiz. Beyne ulaşan sinyallerin kaynağının orjinalinin ne olduğunu
da bilemeyiz. Bugün bu konu, en temel bilimsel kitaplarda yer alan ve
lise çağlarından itibaren insanlara öğretilen, kesin bir gerçektir.
Sorun, insanların bu gerçek üzerinde düşünmemeleridir.
TÜM BU ALGILARI YAŞAYAN KİM?
Buraya kadar olan bölümlerde, yaşantımıza ait tüm
algıların beynimizde oluştuğunu inceledik. Bu noktada, biraz dikkatli
düşünen her insanın soracağı çok önemli bir soru ile karşılaşırız.
Bilindiği gibi, gözümüzdeki hücrelerden gelen
elektrik sinyalleri, beynimizde görüntüye çevrilir. Örneğin, beyin,
görme merkezine gelen bazı elektrik sinyallerini bir ayçiçeği tarlası
olarak yorumlar. Öyle ise gören göz değildir.
Peki, gören gözlerimiz değilse, beynin arka
kısmında, kapkaranlık bir mekanda, bir göze, retinaya, merceğe, göz
sinirlerine, göz bebeğine ihtiyaç duymadan, elektrik sinyallerini
rengarenk bir ayçiçeği tarlası olarak gören, bu gördüğü manzaradan zevk
alan kimdir?
Veya hiçbir sesin giremediği beyinde, bir kulağa
ihtiyaç duymadan, elektrik sinyallerini en yakın dostunun sesi olarak
duyan, bu sesi duyduğunda sevinen, duymayınca özleyen kimdir?
Beynin içinde bir ele, parmaklara, kaslara ihtiyaç duymadan kedisinin tüylerini okşadığını hisseden kimdir?
Sıcaklık, soğukluk, kıvam, biçim, derinlik,
uzaklık gibi dokunma duyularını aslının aynısı olarak beyinde kim
yaşamaktadır?
Hiçbir kokunun giremediği beynin içinde, limon,
lavanta, gül, kavun, karpuz, portakal, ızgara kokusunu aynısı ile
koklayan ve ızgaranın kokusunu duyduğunda iştahlanan kimdir?
Buraya kadar sürekli algılarımızın beynimizde
meydana geldiğinden bahsettik. Öyle ise, beynin içinde oluşan bu
görüntüleri, bir televizyon ekranından izler gibi izleyen, izledikleri
ile sevinen, üzülen, heyecanlanan, hoşnutluk duyan, telaşlanan, merak
eden kimdir? Tüm gördüklerini ve hissettiklerini yorumlayacak bilinç
kime aittir?
Hayatı boyunca, kapkaranlık, sessiz kafatasının
içinde kendisine gösterilen görüntüleri izleyen, düşünen, sonuç
çıkaran, karar veren bilinç sahibi varlık kimdir?
Bütün bunları algılayan, bilinci meydana getiren
varlığın, şuursuz atomların oluşturduğu, su, yağ protein gibi
maddelerden meydana gelen beyin olamayacağı açıktır. Beynin ötesinde,
çok daha farklı bir varlık olmalıdır. Daniel Dennet, bir materyalist
olmasına karşın, kitabında bu soruyu şöyle ifade eder:
Bilinçli düşüncelerim ve özellikle de güneş
ışığından, Vivaldi'den, hafifçe kıpırdayan dallardan aldığım zevk -
nasıl olur da tüm bunlar sadece beynimde oluşan fiziksel şeylerdir?
Nasıl olur da, beynimdeki elektrokimyasal oluşumların bir kombinasyonu
nasıl bu yüzlerce ince dalın zaman içinde müzikle diz çökmesinin hoş
şekline varıyor? Beynimdeki bir bilgi işleme olayı, nasıl olup da
üzerime düşen güneş ışığının yumuşak ılıklığı olabiliyor? Hatta,
beynimdeki bir olay nasıl beynimdeki bir başka bilgi işlem olayının
taslak olarak görselleştirilmiş zihinsel görüntüsü olabilir? Bu
imkansız görünüyor. Benim bilinçli düşüncelerim ve deneyimlerim olan
olaylar, beyin olayları olamayacakmış gibi görünüyor, fakat başka
birşey olmalı, şüphesiz beyin olaylarının sebep olduğu ya da bunlar
tarafından üretilen, fakat buna ek olarak farklı maddeden oluşan farklı
bir mekana yerleştirilmiş birşey. Evet, neden olmasın?25
R.L.Gregory ise beynin gerisinde bulunan ve bütün bu görüntüleri gören bu varlığı şöyle sorgular:
Gözlerin beyinde resimler oluşturduğunu
söylemeye yönelik bir eğilim söz konusudur, fakat bundan kaçınmak
gerekir. Beyinde bir resim oluştuğu söylenirse bunu görmesi için içte
bir göz daha olması gerekir -fakat bu gözün resmini görebilmek için bir
göze daha ihtiyaç olacaktır... ve bu da sonsuz bir göz ve resim olması
anlamına gelir. Bu mümkün olamaz.26
Maddeden başka bir varlığı kabul etmeyen
materyalistlerin içinden çıkamadıkları asıl nokta işte burasıdır.
Gören, gördüğünü algılayan ve tepki veren "içteki göz" kime aittir?
Karl Pribram da bilim ve felsefe dünyasında, algıyı hissedenin kim
olduğu ile ilgili bu önemli arayışa şöyle dikkat çekmiştir:
BEYNİNİZDEKİ DERİN SESSİZLİKTE,
BİR KONFERANSI DİNLEYEN RUHUNUZDUR
Büyük bir salonda can kulağıyla
bir konuşmayı dinleyen kişilerin tümü konuşmacının
ağzından çıkan her sesi duyduklarını zannederler.
Konuşmacı da aynı eminlikte düşüncelerini anlatır
ve dinleyicilerin kendisini duyduklarını zanneder.
Oysa gerçek çok farklıdır ve o anda salondaki
hiç kimsenin farkında olmadığı, olağanüstü bir
mucize gerçekleşmektedir.
Konuşmayı yapan kişi, beynindeki
dinleyicilere bir şeyler anlatmakta, aynı şekilde
dinleyiciler de anlatılanları beyinlerinde dinlemektedirler.
O anda salonun içinde olduklarından son derece
emin olan onlarca kişi, bütün bunları aslında
beyinlerinde yaşamaktadır. Ve salondaki dinleyicilerin
her birinin beyninde, elektrik akımlarını konuşmacının
sesi olarak bir kulağa ihtiyaç olmadan duyan bir
varlık vardır.
Bu varlık herşeyi o kadar gerçekçi
yaşar ki, hiç kimse duyduğu sesin aslı ile muhatap
olmadığını fark edemez. Bu varlık, Allah'ın benzersiz
bir ilimle yarattığı RUH'tur. Beynin içindeki
derin sessizliğe rağmen ruh, herşeyi kusursuz
bir netlikte ve gerçeğinin aynısı olarak duyar.
|
Yunanlılardan beri, filozoflar "makinenin içindeki
hayalet", "küçük insanın içindeki küçük insan", vb. üzerine düşünüp
durmuşlardı. "Ben" -yani beyni kullanan varlık- nerededir? Asıl bilmeyi
gerçekleştiren kim? Assisi'li Aziz Francis'in de söylemiş olduğu gibi:
"Aradığımız şey bakanın ne olduğudur."27
Pek çok insan, bu konuyu düşünerek gerçeğin
kıyısına kadar geldiği halde "gören kim" sorusunun cevabını vermekte,
düşüncede bundan daha ileriye gitmekte tereddüt eder. Yukarıdaki
örneklerde de görüldüğü gibi benliğimizi meydana getiren varlık için
kimileri "küçük insan", kimileri "makinenin içindeki hayalet", bazıları
"beyni kullanan varlık", bazıları ise "içteki göz" tabirini
kullanmışlardır. Tüm bu tabirler, beynin ötesinde bilinç sahibi olan
varlığı tanımlayabilmek ve ona ulaşabilmek için yapılmıştır. Ancak bu
insanlar materyalist görüşleri nedeniyle gerçekten görenin, duyanın kim
olduğunu dile getirememişlerdir.
Bu gerçeğin cevabını bize veren yegane kaynak,
dindir. Allah Kuran'da insanı önce bedenen yarattığını, sonra da ona
"ruhundan üfürdüğünü" bildirmiştir:
Hani Rabbin meleklere demişti:
"Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer
yaratacağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üfürdüğümde hemen
ona secde ederek (yere) kapanın." (Hicr Suresi, 28 - 29)
Sonra onu 'düzeltip bir biçime
soktu' ve ona ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller
var etti. Ne az şükrediyorsunuz? (Secde Suresi, 9)
Yani insanın, bedeni dışında bir başka varlığı
daha vardır. Beyninin içindeki görüntüyü "görüyorum" diyen, beyninin
içinde duyduğu sesleri "duyuyorum" diyen, kendi varlığının şuurunda
olan ve "ben benim" diyen bu varlık Allah'ın insana vermiş olduğu
ruhtur.
Akıl ve vicdan sahibi her insan, hayatı boyunca
yaşadığı her olayı beyninin içindeki ekranda izleyen varlığın, ruhu
olduğunu hemen anlayacaktır. Her insan göze ihtiyaç duymadan görebilen,
kulağa ihtiyaç duymadan duyabilen, beyne ihtiyaç duymadan düşünebilen
bir ruha sahiptir.
Tek mutlak varlığın madde olduğunu iddia eden,
insan bilincinin de yalnızca beyindeki kimyasal olayların bir sonucu
olduğunu zanneden materyalist düşünce ise bu konuda çıkmaz içindedir.
Bunu görmek için, herhangi bir materyaliste şu soruları sorabilirsiniz:
Görüntü beynimizde oluşuyor, ama bu görüntüyü beynimizde kim seyrediyor?
Şu anda yanınızda bulunmayan alt kat komşunuzu
gözünüzün önüne getirin. Onu bütün netliği ile görüyorsunuz.
Kıyafetinin detayları, yüzündeki çizgiler, saçlarındaki beyazlar,
sesinin tonu, konuşma üslubu, yürüyüşü ile hayalinizde çok net olarak
canlandırdığınız bu insanı kim izliyor?
İşte bu ve benzeri soruları materyalistlere
sorduğunuzda hiçbir cevap alamazsınız. Çünkü bu soruların tek cevabı,
Allah'ın insana vermiş olduğu ruhtur. Materyalistler ise madde dışında
hiçbir varlığı kabul etmeme yanılgısına kapılmışlardır. İşte bu nedenle
bu kitapta anlatılan olağanüstü gerçek, Allah'ın varlığını inkar eden
materyalist düşünceye en büyük darbeyi vuran, materyalistlerin
düşünmekten ve konuşmaktan en çok çekindikleri konudur.
BU GÖRÜNTÜLERİ RUHUMUZA İZLETTİREN KİMDİR?
Bu aşamada sorulması gereken bir soru daha vardır:
Ruhumuz, beynimizde oluşan görüntüleri izlemektedir. Peki bu
görüntüleri oluşturan kimdir? Kapkaranlık beynimizin içinde, ışıklı,
rengarenk, aydınlık, gölgeli görüntüleri oluşturan, elektrik
sinyallerinden, küçücük bir mekanda koskoca bir dünyayı meydana getiren
beyin olabilir mi? Beyin, ıslak, yumuşak, kıvrımlı bir et parçasıdır.
Böyle bir et parçası, en ileri teknoloji ile üretilmiş televizyonlardan
daha net, hiçbir kayması veya karlanması olmayan, renkleri son derece
canlı olan pussuz bir görüntü oluşturabilir mi? Bir et parçasının
üzerinde bu kalitede bir görüntü meydana gelebilir mi? Veya bu ıslak et
parçası, en gelişmiş müzik setinden daha kaliteli, daha net,
cızırtısız, stereo bir ses meydana getirebilir mi? Beyin gibi yaklaşık
1,5 kilo ağırlığındaki bir et parçasının bu kadar kusursuz algılar
oluşturabilmesi elbette imkansızdır.
BİR ET
PARÇASI ÜZERİNDE BU KALİTEDE BİR GÖRÜNTÜ MEYDANA
GELEBİLİR Mİ ?
|
Bu noktada, bir gerçekle daha karşılaşırız.
Çevremizde gördüğümüz herşeyle birlikte, sahip olduğumuz bedenimiz,
elimiz, kolumuz, yüzümüz bir gölge varlık olduğuna göre, beynimiz de
bir gölge varlıktır. Öyle ise görüntü olan bir varlığın görüntü meydana
getirdiğini söyleyemeyiz.
Sinir hücrelerinin bir
insana bilinç, akıl, düşünme ve konuşma yeteneği,
sevme, şefkat duyma, acıma, özlem duyma gibi hisleri
kazandıramayacağı çok açık bir gerçektir.
|
Bertrant Russel Rölativite'nin Alfabesi
isimli eserinde, "Kuşku yok ki, madde genel olarak bir oluşlar grubu
olarak yorumlanacaksa, bunu göze, optik sinire ve beyine de uygulamak
gerekir."28 diyerek bu gerçeğe dikkat çekmektedir.
Bu gerçeğin farkına varan ünlü felsefeci Bergson
ise, Madde ve Bellek isimli kitabında, "dünya imgelerden yapılmıştır,
bu imgeler ancak bizim bilincimizde vardır; beynin kendisi de bu imgelerden birisidir"29
der.
O zaman ruhumuza bu görüntüleri gösteren,
ona gerçeğiyle aynı netlikte görüntü ve algılarla bir hayat yaşatan,
üstelik bu görüntüleri kesintisiz olarak devam ettiren kimdir?
Ruhumuza, tüm görüntüleri gösteren, tüm
sesleri duyuran, ruhumuzun zevk alması için tüm tatları ve kokuları
yaratan, tüm alemlerin Rabbi, herşeyin Yaratıcısı olan Allah'tır.
MATERYALİZMİN EN ÖNEMLİ ÇIKMAZLARINDAN BİRİ: İNSAN BİLİNCİ
Materyalist felsefe, insan bilincini yani insanın
ruhuna ait özelliklerin kaynağını asla açıklayamaz. Çünkü, materyalist
felsefede sadece maddenin varlığına inanılır. İnsan ruhuna ait bilinç,
düşünme, karar verme, sevinme, heyecanlanma, özleme, zevk alma,
neşelenme, muhakeme ve yargıda bulunabilme gibi özellikler hiçbir
maddesel kavram ile açıklanamazlar. Materyalistler bu konuyu "insan
bilinci beyinsel faaliyetlerin bir ürünüdür" diyerek geçiştirmeye
çalışırlar. Bu materyalist bilim adamlarından biri olan Francis Crick,
söz konusu materyalist iddiayı şöyle özetler:
Sevinçleriniz, üzüntüleriniz, hatıralarınız ve
tutkularınız, kişiliğinizle ilgili hisleriniz ve iradeniz, aslında çok
sayıda sinir hücresinin ve onlara bağlı moleküllerin birarada
gerçekleştirdiği hareketlerden başka bir şey değildir.30
Oysa bu, ne bilimsel ne de mantıksal açıdan
savunulabilecek bir iddia değildir. Materyalistlerin insan ruhuna ait
özelliklere böyle bir açıklama getirmelerini zorunlu kılan, onların
maddeci ön yargılarıdır. Maddenin ötesinde bir varlığın mevcut olduğu
gerçeğini kabul etmemek için, insan zihnini maddeye "indirgemeye"
çalışmakta ve bu amaçla akıl ve mantıkla bağdaşmayan iddialara
yönelmektedirler.
Bilim yazarı John Horgan, "indirgemecilik" adı
verilen söz konusu materyalist düşünceye bağlı olmasına karşın, Francis
Crick'in bu iddiasının kabul edilemez olduğunu ve içine düştüğü
çelişkiyi şöyle itiraf eder:
Bir bakıma Crick haklı. Biz nöron paketinden başka
bir şey değiliz. Aynı zamanda, ne tuhaftır ki nörolojinin yetersiz
olduğu anlaşıldı. Aklı nöronlarla açıklamak, aklı kuark ve
elektronlarla açıklamaktan daha fazla bir kavrayış ve fayda getirmedi.
Birçok alternatif indirgemecilik (reductionism) var. "Biz özel gen
paketinden başka bir şey değiliz". "Biz doğal seleksiyonla şekillenen
adaptasyonlardan başka bir şey değiliz". "Biz farklı konular için
ayrılmış bilgisayar makinalarından başka birşey değiliz". Crick'in
iddiasına benzeyen bu duyuruların hepsi savunulabilir, ancak hepsi yetersizdir.31
Bu açıklamaların elbette hepsi yetersiz, hatta
bunun yanı sıra tamamen mantıksızdır. En koyu materyalistler dahi bu
gerçeğin çok iyi farkındadırlar aslında. Nitekim, Darwin'in en yakın
destekçisi olarak bilinen materyalist Thomas Huxley de, "Bilinç
gibi bu kadar olağanüstü birşey nasıl olup da sinir dokularının
birbiriyle etkileşiminden meydana gelmiştir? Bu, Alaaddin'in lambasını
oğuşturduğunda içinden Cin'in çıkması kadar açıklanamazdır." diyerek, bilincin nöronlar arası iletişimle açıklanamayacağını ifade etmiştir.32
Huxley'den günümüze, insan bilincinin nöronlarla
açıklanamaz olduğu gerçeği değişmemiştir. Ancak bunun nedeni, bilimin
bu konudaki bulgularının yetersizliği değildir. Aksine, nöroloji
konusunda 20. yüzyılın özellikle sonlarında çok gelişmeler yaşanmış,
pek çok karanlık nokta aydınlığa kavuşmuştur. Ancak bunlar, insan
bilincinin asla maddeye indirgenemeyeceğini, maddenin ötesinde bir
gerçeğin aranması gerektiğini ortaya koyan çalışmalardır. Nitekim,
Almanya'nın önde gelen Darwinist-materyalist yazarlarından biri olan
Hoimar Von Ditfurth, kabul ettikleri yöntem ile bilincin
açıklanamayacağını şöyle itiraf eder:
İzlediğimiz doğa tarihi ve genetik gelişme
yolu üzerinde, bilincin, ruhun, zekanın ve duygunun ne olduklarına
ilişkin bir yanıt veremeyeceğimiz gün gibi aşikardır. Çünkü
psişik-bilinçsel boyut, en azından bu dünyada, şu anda, evrimin gelip
gelebildiği en üst boyuttur. Dolayısıyla da evrimin öteki aşama ve
basamaklarına, gene bilincimiz yardımıyla, dıştan, onların üstüne
yükselerek bakabildiğimiz halde, bilincin (ruhun) kendisine böyle bir
yaklaşım yapabilme olanağından yoksunuz. Çünkü elimizde bilincin
kendisinden daha gelişmiş bir üst merci bulunmamaktadır.33
Amerikalı felsefe ve matematik doktoru William A. Dembski, Converting Matter into Mind (Maddeyi
Zihne Çevirmek) adlı bir makalesinde, insan beynindeki nöronların
biyokimyasal işleyişinin anlaşıldığını ve bunun hangi zihinsel
faaliyetlerle ilgili olduğunun tespit edildiğini, ama karar vermek,
istemek, akıl yürütmek gibi özelliklerin "maddeye indirgenemediğini" ve
bilinci araştıran uzmanların bu indirgemeciliğin hatasını gördüğünü
şöyle yazar:
... Bilinç bilimcilerinin bu olguyu (bilinci) nörolojik düzeyde anlamak ümidinden zaten vazgeçmiş oldukları görülür... Materyalizme olan bağlılık sürse de, insan aklını nöron düzeyinde açıklama ümidi artık ciddi bir düşünce değildir...34
Bilincin, maddeci dünya görüşü ile açıklanması,
bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin mümkün değildir, çünkü beyin hakında
ne kadar detay ortaya çıkarsa, zihnin maddeye indirgenemeyeceği de o
kadar ortaya çıkmaktadır. Materyalistler, insan bilincini gerçekten
kavramak istiyorlarsa, ön yargılarını ve saplantılarını bırakarak
düşünmeli ve araştırmalıdırlar. Çünkü bilincin gerçek manasını madde
ile açıklamak mümkün değildir. Bilinç, Allah'ın insanlara verdiği ruhun
bir fonksiyonudur.
MATERYALİSTLERE SORULAR
İnsanların düşüncelerinin, muhakeme ve yargı
yeteneklerinin, karar alma mekanizmalarının, sevinç, heyecan, neşe ve
huzur gibi duygularının, beyinlerindeki nöronların birbirleriyle
etkileşimi olduğunu öne sürmek son derece mantıksız bir iddiadır.
Konuyu biraz kapsamlı düşünen materyalistler de bunun farkındadırlar.
Ünlü materyalist Karl Lashley, insan bilincinin maddeye
indirgenebileceğini uzun yıllar savunmasına rağmen, kariyerinin
sonlarına doğru şu yorumu yapmıştır:
Zihin-beden ilişkisi ister gerçek bir
metafizik konu ister sistematik bir aldanış olarak ele alınsın, bu konu
psikologlar ve insan sorunuyla ilgilenen nörologlar için bir sorun
olmaya devam etmektedir... Nasıl olur da beyin, bir fiziko-kimyasal sistem olarak, bir şeyi algılayabilir veya bilebilir; ya da bunu yaptığına dair bir aldanış geliştirebilir?35
Lashley, söz konusu çelişkiyi tek bir soru ile
ifade etmiştir. Oysa bu konuda materyalistlerin kendilerine sormaları
ve üstünde düşünmeleri gereken daha pek çok detay vardır. Aşağıdaki
açıklamalar, maddeci yaklaşımın çıkmazını gözler önüne sermesi
bakımından üzerinde düşünülmesi gereken konulardan birkaçıdır:
Düşüncelerin, heyecan ve duyguların nöronların bir
ürünü olduğunu söylemek, tüm bunların aslında nöronları meydana
getiren şuursuz atomların hatta atomların alt parçacıkları olan
kuarkların, elektronların ürünü olduğunu iddia etmek ile aynıdır.
Şuursuz atomlar, sevinmeyi, acıyı, heyecanı,
müzikten zevk almayı, lezzeti, dostluğu, sohbet zevkini bilemezler.
Şuursuz atomlar Darwinist ve materyalist olup, biraraya gelip kitap yazamazlar.
Şuursuz atomlar, elektron mikroskobunun altında
kendilerini veya kendilerinin biraraya gelip oluşturduğu sinir
hücrelerini inceleyip, bu incelemelerinden bilimsel sonuçlar
çıkartamazlar.
Acaba, "bilinç beynimizdeki nöronlarda" derken tam
olarak ne kast etmektedirler? Nöronlar da diğer hücreler gibi hücre
zarı, mitokondri, DNA, ribozom gibi materyallerden oluşur. Acaba
bilinç, materyalistlere göre, bunların neresindedir? Bilincin, nöronlar
arasındaki kimyasal reaksiyonlar ve elektrik sinyallerinden doğduğunu
zannediyorlarsa, yanılmaktadırlar. Çünkü bize bildikleri bir "bilinçli
kimyasal reaksiyon" söyleyemezler. Veya belirli bir voltajda
"düşünmeye" başlayan bir "elektrik akımı" gösteremezler.
Materyalistler, bu konular üzerinde samimi olarak
düşündüklerinde, kendilerinin de, diğer tüm insanların da nöron
yumağından veya atom yığınından çok daha farklı varlıklar olduğunu
kavrayacaklardır. Beyin uzmanı Wolf Singer, bir materyalist olmasına
rağmen, karşı karşıya kaldığı bu gerçeği şöyle itiraf etmiştir:
Evrenin bu en karmaşık maddesinde kendisini "Ben" olarak algılayan bir "şey" var.36
Bu bilim adamının ifade ettiği "şey", Allah'ın
insana verdiği ruhtur. İnsan, sahip olduğu bu ruh ile, düşünebilen,
sevinebilen, heyecanlanabilen, fikirler üreten, aksi fikirlere karşı
çıkabilen, onur, saygı, sevgi, dostluk, vefa, samimiyet, dürüstlük gibi
kavramları bilen bir varlıktır. Nöronlar ve onları oluşturan atomlar
ise düşünemezler, karar veremezler, felsefi fikirler öne süremezler,
sevgi, şefkat hislerini bilemezler.
Bunu, materyalistlerin çoğu da tek
başlarına kaldıklarında bilmekte ve kabul etmektedirler. Ancak maddeci
ön yargılarını, bilimselliğin ve aklın gereği sanma yanılgısında
oldukları için bu apaçık gerçeği kabullenmemektedirler. Oysa,
materyalizmi savunmak uğruna içine düştükleri durum ve kabul ettikleri
akıl dışı mantıklar, onlara çok daha büyük bir zarar vermektedir.
"Düşüncelerimiz atomlarımızın, sadece nöronlarımızın ürünüdür" diyen
bir insanın, düşlerini gerçek zanneden veya akıl almaz masallar uydurup
sonra bunlara kendi inanan bir insandan hiçbir farkı yoktur.
Gerçek olan ise şudur: İnsan, Allah'ın kendisine
verdiği ruhu taşıyan, bu ruh ile düşünen, konuşan, sevinen, kararlar
alan, medeniyetler kuran, ülkeler yöneten bir varlıktır. |